Peter Pan’ın izinde Bilge Bebekten Bilge Ergesele

Talat Parman

Giriş

Dünya çocuk edebiyatının baş yapıtlarından biri olarak kabul edilen Peter Pan, önce 1904’de bir tiyatro yapıtı olarak seyirciyle buluştu ve sonra 1911’de kitap olarak yayımlandı. Çocuk ruhsallığıyla ilgili çok önemli konulara değinen ve her yönüyle zengin çağrışımlar içeren bu önemli yapıt psikanalistlerin elbette ilgisini çekecekti. Uluslararası Elektronik Psikanaliz Arşivi (PEP) tarandığında 276 yazıda Peter Pan’a gönderme yapıldığı görülmektedir. Peter Pan’dan söz edenler arasında Bowlby, Britton, De Masi, Haynal, Jones, Kernberg, Levine, Meltzer, Ribas ve Wallerstein ve bizden de Zehra Karaburçak Ünsal[2]’ın adlarını saymak olası. Ancak ben bu yazımda Peter Pan üzerinde en önemli çalışmaları yapmış ve bir de kitap yazmış olan Macar asıllı Fransız psikanalist Katheleen Kelley-Lainé’nin görüşlerine ağırlıklı olarak yer vermek istiyorum.

Kendisi de Macaristan-Kanada-Fransa arasında hayli savrulmuş olan Kelley-Lainé uçan çocuk Peter Pan’da çok hüzünlü bir birey görür. Şu soruyla başlar Peter Pan’dan söz etmeye: “Pencereye böylesine hızlı hızlı vuran çocuk kim? Peter Pan Kensington Bahçesine perilerle oyun oynamaya gittiğinde annesinin pencereleri açık bırakacağına ve eskisi gibi onun kollarına kavuşacağına emindi. Ama pencere demir parmaklıklarla kapanmıştı ve Peter başka bir küçük çocuğun annesinin kollarına sarılmış olarak uyuduğunu gördü. ‘Anneciğim, anneciğim’ diye bağırdı ama annesi onu duymadı: küçük yumruklarıyla çaresizce parmaklıklara vuruyordu.[3]

Kelley-Lainé için Peter Pan erişkinde ağlayan çocuğun öyküsüdür. “Peter Pan veya Hüzünlü Çocuk”[4] başlıklı kitabında divanında uzanan ve içlerinde ağlayan birer çocuk olan erişkin analizanlarından söz eder. Öykülerinde çocukluğunu bir gün ondan vaz geçmeyi beklemeye fırsatı olmadan fazla erken yitirmiş bireylerdir bunlar. Aslında çelişkili olarak, ergenlik sürecinde çocukluğun yasını tutmaya olanakları olmamış olması yani onu fazlasıyla erken yitirmeleri, Freud’un terimi ile çocukluğun gölgesinin benliğin üstüne düşmesine yol açmış ve onu hiç arkalarında bırakamamış olmalarıyla sonuçlanmıştır.

Ergenlik ve Yas ve Melankoli

Doğrusu temelinde ergenlik herkes için bir yas sürecidir. Çocuksu tümgüçlülüğün, çiftecinsellik düşlemlerinin, annebabayla kurulan o teklifsiz bağın yasını tutmak söz konusudur. Yas bir yitikten sonra yaşanan, yaşanması gereken normal ve sağlıklı bir süreçtir. Oysa kimi zaman yas tutulamaz ve melankoli ortaya çıkıverir. Sigmund Freud kuramsal yazılarını topladığı Metapsikoloji kitabında yer alan, 1915’de yazdığı ama iki yıl sonra 1917 tarihinde yayımladığı “Yas ve Melankoli” başlıklı yazısında her ikisi arasındaki farkın altını çizer. Aslında Freud daha önce de yaptığı gibi bu metninde iki patolojik olguyu birbirleriyle karşılaştırmak yerine normal olarak kabul edilen bir ruhsal olguyla, yasla patolojik bir olguyu melankoliyi birbiriyle karşılaştırmıştır.

Şöyle der psikanalizin kurucusu: “Yas genel olarak sevilen bir insanın ya da onun yerine geçen vatan, özgürlük, ülkü gibi bir soyutlamanın yitirilmesine bir tepkidir. Bazı kişilerde benzer olaylara tepki, bu kişilerde hastalıklı bir eğilim olduğundan şüphe ediyoruz, yas yerine bir melankolinin ortaya çıkmasına yol açar.[5]  Freud melankoliyi betimleyici psikiyatrinin de görüşlerinden yararlanarak “çok acı veren derin bir çökkünlük[6] (depresyon) olarak tanımlar ve şöyle der: “Melankolikte yasta olmayan bir başka özellik kendine saygının olağanüstü azalması, benliğin müthiş yoksullaşması. Yasta dünya yoksul ve boş olur, oysa melankolide benliğin kendisi yoksul ve boştur.[7]

Freud yas sürecinde bir nesneye yapılan libidinal yatırımın bu nesnenin yitirilmesi veya yarattığı hayal kırıklığı sonucu normal süreçte başka bir nesneye yapıldığını, oysa melankolide nesneye yatırılan libidonun ondan çekilmekle birlikte başka bir nesneye yatırılmadığını ve benliğe bırakıldığını vurgular ve: “Ancak libido herhangi bir şekilde kullanılmaz, benliğin terk edilen nesneyle bir özdeşleşim kurmasını sağlar.  Böylece nesnenin gölgesi benliğin üstüne düşer ve … (benlik) bir nesne olarak, bir terk edilmiş nesne olarak değerlendirilir. Aynı şekilde nesne yitimi benlik yitimine dönüşür ve benlikle sevilen kişi arasındaki çatışma, eleştirel benlikle özdeşleşmeyle değişmiş benlik arasındaki çatışmaya dönüşür.[8] der.

Öyleyse söz konusu olan doğal yas sürecinin dışına çıkmış bir süreçtir ve Peter Pan’ın büyümek istememesini böylesi bir melankolik durum olarak adlandırmamız için hayli unsur var elimizde.

Ancak Peter Pan kitabına dönmeden önce kuramsal anımsatmaları sürdürmek ve psikanalizin öncülerinden, psikanaliz tarihçilerince öteki ses olarak da adlandırılan ki ilk ses tabi ki Sigmund Freud’dur, Sandor Ferenczi’nin bilge bebek (wise baby) kavramına değinmek istiyorum.

Bilge Bebek

1923 tarihinde Uluslararası Psikanaliz Dergisinin ilk sayısında yer alan “Bilge Bebek Düşü” başlıklı bir metinde Ferenczi hastalarının düşlerinde sıklıkla bir bebek olmasına karşın yazı yazabilen, erişkinlerle erişkinmişçesine iletişime girebilen, bilimsel ve felsefi açıklamalar getirebilen bebekler veya çocuklar gördüklerini aktarır. Hatta bunları tipik düşler arasında saydığını da belirtir. Ferenczi bu düşler hakkında dört düzeyde yorumlamanın söz konusu olabileceğini söyler. İlkinde psikanalizin çocukluk dönemine verdiği öneme mizahi bir eleştiri vardır. Öte yandan bu düş analizanın analistinden daha üstün olma arzusu, çocukların erişkinleri aşma arzusunun bir yansıması olarak da yorumlanabilir. Diğer iki düzeyde ise gerçekleşmemiş çocukluk cinsel arzularının düşlemsel olarak yeniden canlanması ve o dönem bastırmaya kurban giden çocukluk bilgilerine yeniden kavuşma gibi yorumlar söz konusudur.[9] 

Sandor Ferenczi söz konusu tipik düşlerin dört düzlemde yorumlanabileceğini söylerken üçüncü düzlemde ‘gerçekleşmemiş çocukluk cinsel arzularıyla ilgili düşleme’ kadınlara düşkün olan bir haylazın (libertin) ona güzel dadısı anımsatıldığında ‘ah keşke bebeklik durumumdan daha çok yararlansaydım’ demesini örnek olarak verir. Burada ilginç olan Ferenczi’nin adını anmadan aslında Freud’un verdiği bir örneği yinelemesidir. O zaman biraz geriye dönelim, Sigmund Freud’un bir yolculuk dönüşü yorgun ve açken yatağa girdiğinde gördüğü “Üç Tanrıça[10] (Knödel-Köfte)” adıyla bilinen düşünü anımsayalım. Kimilerinin onun başyapıtı olarak gördüğü ancak psikanalizin temel metinlerinden biri olduğu tartışılmaz olan Düşlerin Yorumunda yer verdiği bu düşte Freud bir şeyler yemek için bir mutfağa girer, orada üç kadınla karşılaşır ve kadınlardan biri köfte yoğurmaktadır.

Sigmund Freud bu düşünü yorumlarken köfteler yoğuranın, çocuğu doğuran ve onu besleyen anne olduğunu söyler ve “Açlık ve aşk bir kadın memesinde buluşurlar. Kadın güzelliğine hayran olan genç bir adamın öyküsü bilinir: ona çocukken kendisine bakan güzel dadısından söz edildiğinde, zamanında bu çok iyi fırsattan yararlanamadığına hayıflandığını söylemiştir. Psikonevrozların düzeneğindeki ‘sonradan etkiyi’ açıklarken bu öyküye gönderme yapmayı adet edinmişimdir.[11] der.

Sigmund Freud 1900 tarihli “Düşlerin Yorumu” başlıklı Yüzyılı açan yapıtının ilerleyen sayfalarında bu düşe yeniden geri döner ve “Benim Üç Tanrıça düşüm elbette bir açlık düşüdür, ancak beslenme gereksinimini çocuğun anne memesine olan özlemine indirgemeyi ve masum arzuyu kendini bu kadar az gizleyerek ortaya koyamayacak olan başka bir ciddi arzuyu örtmek için kullanmayı başarır.[12] diye yazar.[13]

Sandor Ferenczi 1923’deki metninde dürtüsel bir bebekten ve dolayısıyla bu düşü anlatan dürtüsel bir analizanından söz etmektedir. Dahası “…“bilge bebek” tanımlamasına metapsikolojik bir konum da atfetmiştir. Thierry Bokanowski, Ferenczi üzerine yazdığı kitapta onun bilge bebek derken öncelikle dürtüsel bir bebekten söz ettiğini ve bu dürtüsel bebeğin, dürtüselliğinin ve çatışmalarının sonucu olarak büyüyünce nevrozlu bir erişkin olmuş olduğunu belirttiğini vurgular. Ancak Ferenczi’nin kuramının gelişim süreci içinde bilge bebek giderek farklı bir anlam kazanır ve artık “… bilge bebek kavramı kimliğinin bütünlüğünde narsisistik olarak etkilenmiş, travmaya uğramış çocuğun klinik durumunu betimler, bu çocuk erişkin olduğunda ‘travma’nın izi nedeniyle ‘yarılmış’tır.[14] Bu değişiklik 1931’de gerçekleşmiştir.

Ferenczi Freud’un 75. Yaş günü dolayısıyla 6 Mayıs 1931 tarihinde verdiği “Erişkinlerle Çocukların Analizleri” başlıklı konferansında bilge bebek kavramını klinik ve metapsikolojik olarak yeniden tanımlar. Şöyle der Ferenczi: “Yıllar önce ‘bilge bebek’ düşü olarak tanımladığım, sıklıkla görülen bir tipik düşten söz etmiştim. Bu düşlerde yenidoğan bir çocuk veya daha beşiğinde olan bir bebek birdenbire konuşmaya başlamakta annebabasına veya diğer erişkinlere akıllı öğütler vermektedir. Benim olgularımdan birinde analizdeki düşlemlerinde mutsuz çocuk sanki farklı bir kişiymiş gibi zekasını kullanarak nerdeyse ölümcül derecede yaralanmış bir çocuğun hızlıca yardımına koşmakla görevli gibiydi.[15] der ve söz konusu analizanının bu düşünü aktarır: “Çabuk, çabuk. Ne yapmalıyım? Çocuğumu yaraladılar. Burada bana yardım edecek kimse yok mu? Aman bakın kan kaybediyor!  Nefes bile almıyor neredeyse. Yarasına ben pansuman yapmalıyım. Haydi çocuğum derin derin nefes al, yoksa öleceksin. İşte kalbi durdu! Ölüyor! Ölüyor!

Sandor Ferenczi bu düşün anlatımından sonra analizanın çağrışımları ve yaptığı yorumlar sayesinde çocuklukta yaşanmış bir cinsel travmanın varlığının ortaya çıktığını söyler: “Her şey çok ani bir tehlikenin baskısıyla, sanki kendimizin bir parçası yarılmakta (clivage) kendini-algılama makamına dönüşmekte ve yardımcı olmaya çalışmaktadır, bu durum çocuklukta hatta en erken çocuklukta bile oluşabilir. Çünkü hepimiz de biliyoruz ki ruhsal ve fiziksel olarak çok çekmiş olan çocukların yüzlerinde belli bir yaşamışlığın ve bilgeliğin izi vardır. Onlarda ayrıca ötekileri annesel bir biçimde sarmalamak eğilimi de bulunur; acıyla edindikleri ve kendi ıstıraplarının sağladığı bilgileri zamanla ötekilere aktarırlar ve iyi ve yardımsever olmak eğiliminde olurlar.[16]

Öyleyse önce dürtüsel olarak tanımlanan bilge bebek daha sonra narsisistik travmadan yola çıkılarak yeniden betimlenmiştir. Elbette bu kavramsal dönüşümün nedeni sorgulanmalıdır. Günümüz Fransız psikanalizinin önemli adlarından Thierry Bokanowski ve Claude Janin bilge bebek üzerine yaptıkları ve daha sonra Fransız Psikanaliz Dergisinde yayımlanan yazışmalarında bu soruyu birbirlerine sorarlar. Claude Janin’e göre Ferenczi’nin narsisistik bileşen lehine dürtüsel unsurdan vazgeçmesinin nedeni “cinsel dürtülerin, ölüm dürtüsünün ve mazoşizmin içindeki işlevinin yarattığı skandalları analitik alanın dışına çıkarmak[17] girişimidir. Çünkü ruhsallık için oedipal karmaşada en dayanılmaz olan yasak/iğdişlik unsurundan çok çocuksu yetersizliktir. Bilinçdışının düzeneği sınırsız bir mutlaklığa gönderme yaptığından herhangi bir yetersizlik zaten katlanılmaz olacaktır.   

Thierry Bokanowski ise bu yaklaşıma katılmaz ve “bilge bebek”te bir “kökensel mit” görür. Bu da elbette Oedipus söylencesiyle ilgilidir.  Oedipus’un öyküsünü anımsayın. O nefret edilmiş, evden kovulmuş ve “gerçeği öğrenmeye” mahkûm edilmiş bir çocuktur. Bu kökensel mit yoluyla “... kuşaktan kuşağa ıstırap, suçluluk duygusu, tutku aşk ve bilgi iletilmiş olur”.[18] Bokanowski, Ferenczi’nin asıl skandalı oluşturan yineleme zorlantısının şeytani gücüne libidonun yaratıcı gizilgücüyle yanıt vermeye çalıştığını ve bunu da psikanaliz uygulamasında yenilikler (etkin uygulama, gevşeme uygulamaları vs.) peşinde koşarak gerçekleştirmeye uğraştığını belirtir.    

Öte yandan Sandor Ferenczi travmaya uğrayan çocuğun durumunu şöyle açıklar: “…çocuk terk edildiğini hissetmekte ve bir anlamda tüm yaşam sevincini yitirmekte veya Freud’un da dediği gibi saldırganlığını kendine yöneltmektedir. … burada ruhsal ve bedensel can çekişmeyle karşılaşmaktayız ve bu da tasarımlanamaz ve katlanılamaz bir acıya yol açmaktadır.[19] İşte bu tasarımlanamaz ve katlanılamaz acı ruhsallıkta bir yarılmaya neden olur. Bu yarılmayı (spilting-clivage) ise Ferenczi “…kişilik duyarlı ve aniden yıkılmış bir bölümle her şeyi bilen ama bir anlamda hiçbir şey hissetmeyen bir başka bölüme yarılmıştır.[20] olarak tanımlar.

Ruhsallığı yarılmış bir çocuk olarak Peter Pan

O zaman Peter Pan’a geri dönelim. Sahi neden Peter Pan’ın annesi pencerenin demir parmaklıklarını kapamış ve koynunda başka bir çocukla uyuyakalmıştır? Bu sorunun yanıtını Peter Pan’ın yazarı James Mathew Barrie’nin öz yaşam öyküsünde bulabiliriz. Bir İskoç dokumacı ailenin dokuzuncu çocuğu olan James Mathew, çalışkan sessiz ve yaşadıkları yer olan Kirrimuir ahalisinin saygı duyduğu bir erkek olan David ile annesini sekiz yaşında yitirmiş kendi kendini yetiştirmiş güçlü bir kadın olan Margaret Ogilvy’nin üçüncü oğludur.

Ailenin ilk oğlu üniversite öğrenimine başlamış ve kendi yolunu çizmiştir. Annenin asıl ilgisi ikinci oğul olan David üzerine toplanmıştır. David, Margaret için en büyük düşü olan “Protestan Papaz”ı olmayı gerçekleştirmeye tek adaydır. Ancak David on dördüncü yaşını kutlarken bir paten kazasında ölüverir. Margaret Ogilvy bu yitikten sonra hiçbir zaman eskisi gibi olamaz. Odasına kapanır ve günlerce oradan çıkmaz. O sırada altı yaşında olan James ablasının teşvikiyle annesinin odasına girer, bir oğlu daha olduğunu ona söylemek istemektedir. Kapkaranlık odada annesi onun soluklarını duyar ve “Sen misin?” diye sorar. James Mathew şu inanılmaz cümleyi söyler “Hayır anne! Yalnızca benim!”[21]

O günden başlayarak, küçük James annesini hiç terk etmedi ve her türlü olanağı kullanarak ölü kardeşin yerini doldurmaya çalıştı. [22] diyor Katheleen Kelley-Lainé. Bir erkek kardeşin ölümü ve üç yıl sonra gelen bir kız kardeş. Tıpkı Sigmund Freud’un yaşamındaki gibi. Küçük Julius ölmüştü, Sigmund yeğlenen oğul rolüne zaferle geri dönmüştür. David ölünce de James hayran olunan oğlun yerini alabilirdi artık. Çökkünlük içinde iki anne, buğulanmış iki anne bakışı, küçük bir çocuk için yitip gitmiş iki anne. Ne denli tekinsiz bir durum!

Peki aynı Sigmund Freud değil midir yıllar sonra ilk kez tekinsiz Unheimlich sözcüğünü dostu Wilheilm Fliess’e yazdığı 3 Temmuz 1899 tarihli mektubunda tam da anneden söz ederken yazıverecek olan: “Annelerin şüphede olması tekinsizdir, çünkü bizimle doğumumuz arasında orada var olanlar yalnızca onlardır.[23] Annenin şüphesi, kararsızlığı, emin olamayışı, tereddüttü kökensel tekinsizi oluşturur. Bu tekinsizlik kimi kez Winnicott’un tanımladığı temel çöküşe yol açan bir dehşete neden olur.

Şüpheli Anneler ve Ölü Anne

Catherine Chabert ve Françoise Coblence “Şüpheli Anneler” başlıklı derlemelerine yazdıkları sunuş yazısına Freud’un da “aile romanı” kavramında kullandığı ünlü Roma deyişiyle başlarlar: “Mater certissima, pater semper incertus (Anne hep bellidir, baba her zaman belirsiz) Baba kuramsaldır, oysa anne duyumsal. Burada babanın belirsizliği elbette annenin sadakatsizliğiyle ilgilidir. Anne kesin olduğu kadar ilk şüphelerin de kaynağındadır.[24] Freud’un aile romanı dediğinin kökeninde bu olgu vardır. Ama öte yandan anneden doğulduğu bellidir belli olmasına da ya onun sevgisi? Onun sevgisinden nasıl emin olunabilir? İlk şüphe annenin sevgisiyle ilişkili değil midir? İlk sahnenin travmatik niteliği kökeninde annenin ihanetiyle, bir başkasını yani babayı yeğlemesiyle ilgili değil midir? Temelinde anne her zaman bir başkasının karısı değil midir? Öyleyse asıl önemli olan babanın belirsizliği değil annenin şüpheli ve şüphede olmasıdır.

James Mathiew Barrie Peter Pan romanındaki anneden söz ederken “tatlı alaycı ağzındaysa Wendy’nin bir türlü alamadığı bir öpücük vardı, oysa oradaydı işte, gün gibi aşikâr, ağzının sağ köşesinde duruyordu.[25] der. Öpücüğünü kimseye veremeyen bir Darling-Sevgili annedir söz konusu olan. Barrie’nin annesi Margaret Ogilvy kendi annesinin ölümünü sekiz yaşında yaşamış ve çok sevdiği oğlunu saçma bir kazada yitirmiş, öpücüğü ağzının sağ köşesinde asılı kalmış bir “ölü annedir”

“Ölü Anne Karmaşası”[26] günümüz psikanalizinin en önemli kuramcılarından André Green’in kendi özyaşamından da yola çıkarak geliştirdiği bir tanımlamadır. André Green henüz iki yaşındayken teyzesi bir kaza sonucu yanarak ölür. Green’in annesi bu yitiğin peşinden hayli ağır bir çökkünlük evresi yaşar. Mathilde Saïet aynı kitapta yer alan “Anne Çekildiğinde” başlıklı yazısında şöyle der. “Burada kötü bir anneden yani kötü bir memeden söz edemeyiz; verildiği zaman bile olmayan bir memedir. Geçiciliğin izini taşıyan, felaket tehdidiyle damgalanmış bir meme. Olmayan bir memedir, yitirilen bir meme değil, o nedenle olanaksız, işlenemeyecek bir yas sunar: ak bir yas. Bir çelişki ortaya çıkıverir: anne bir ölü varoluşu içselleştirerek, ki özne onu yeniden canlandırmaya çalışır, oysa uyandığında, canlandığında yaşama geri döndüğünde özne onu yitirir çünkü artık başkalarına yatırım yapmaktadır. O zaman özne iki yitik arasında kalıverir: var oluştaki ölü veya yaşamdaki yokluk. Böyle bir seçenek karşısında çocuk iki savunma yanıtı geliştirir: önce nesnenin ruhsal olarak öldürülmesiyle özdeş olabilecek olan annesel nesneden duygusal ve tasarımsal olarak vazgeçiş ve sonra anneyle bir birlikteliğin tek yolu olarak benzeşleşme yoluyla ölü anneyle bilinçdışı bir özdeşleşim kurmak. Ölü anne o zaman bedenselleştirilmiş bir nesne olur ve ne kadar çelişkili gözükse de ölü nesneyle canlı bir bağ kurmanın olanağını sunar.  Yaşayan/yaşamayan ilişkisi dış gerçekliğin tümünü işgal eder ve benliği annesel gömütlük imgesinde bir çekirdek oluşturarak ölümcül bir çöle sürükler. Öznenin tüm yapısı temel bir düşlemi hedefleyecektir: sürekli bir mumyalanma halinde tutmak için ölü anneyi beslemek.[27]  

Annem yok dedi Peter. Annesi yoktu; üstelik bir annesi olmasına dair en ufak arzusu da yoktu. Annelerin fazla abartıldığını düşünüyordu. Oysa Wendy bir trajediyle karşı karşıya odluğunu hemen hissetmişti.[28]

Peter Pan annenin tekinsizliğiyle karşılaşmış bir çocuktur. Belki de o yüzden annelerinin tekinsizliklerinin kurbanı olan çocukları toplayıp onlara ölü annelerinin yaşayan bir imgesini sunmaya çalışıyordu. Peter Pan bu çocukları “Dadıları başka yöne bakarken arabalarından düşen çocuklar. Yedi gün içerisinde onları almaya gelen olmazsa masraf çıkarmasınlar diye uzaktaki Yokülkeye gönderilirler.[29] sözleriyle tanımlamamış mıydı? Savsaklanmış dahası aranmamış çocukların yanında Peter Pan bir yandan büyümüş de küçülmüş ve dürtüsel bir çocuk olarak, bir yandan da örselenmiş ve yarılmış bir çocuk olarak ortaya çıkmadı mı? Yani hem dürtüsel hem narsisistik yaralanmış yani her iki tanımına da uygun bir Bilge Bebek olarak.

Belki de o nedenle hep savrulmak zorunda kalmadı mı? Göklerde ve yer çekimsizlikte. Biliyoruz ki doğduktan sonra ilk kez tanıştığımız duyumlardan biri de ağırlık ve yer çekimidir. Anne karnında uzaydaki astronotlar örneği yerçekimsiz ortamda yaşayan fetüs, birden bire yer çekimini, ağırlığını ve üstündeki binlerce metrelik atmosferin baskısını hisseder. İşte o nedenle tüm çocukların düşüdür uçmak yani yeniden o yüzer-uçar duruma geri dönmek. Zaten Peter Pan “Bütün çocuklar doğmadan önce kuşturlar.” demiyor muydu?

Bilge Ergensel

Ancak ergenlikle birlikte bir başka bilgelik de söz konusu olacaktır. Burada Philippe Gutton’un “Bilge Ergensel” (Pubertaire Savant) kavramına gönderme yapmak istiyorum. Günümüz ergen psikanalizinin en önemli kuramcılarından olan Philippe Gutton, 90’ların ortalarında geliştirdiği ergensel (pubertaire) kavramına 2000’lerde bilge ergensel tanımlamasını da ekler. Ona göre bilge ergensel “ergenlikle birlikte çocuksu deneyimleri ve kesinlikleri ve geçmişle şimdi arasındaki her cinsel ve cinselleşmiş düzenleme denemesini sorgular, açıkça söylemek gerekirse şüpheyle karşılar.[30] Söz konusu olan fallik bir söylemin hakim olduğu kadın cinsini yok sayan, farklılığı reddeden ‘penise sahip olup olmamakla’ damgalanmış bir cinsellikten, erinsel baskıyla penisin fallustan ayrılması, vajina-uterusun görünür hale gelmesi yani penisin fallik anlamından özgürleşmesiyle kadınsı cinselin, fallik iğdiş edilmenin yerinde ve konumunda ortaya çıkıvermesidir. Bilge ergensel bireye erişkin yaşama geçişte cinsel dürtünün ancak dölsellikle (génitalité) dönüşüm sağlayabileceğini gösterir.

Ferenczi’nin bilge bebek kavramının 1931 tanımlamasıyla dürtüselden narsisistik eksene yöneltmesini Gutton’un bilge ergenseli ile yeniden ele almak ve yeni baştan nesne eksenine dönmek söz konusu olabilir böylece. Philippe Gutton’a göre beden için erinlik neyse, ruhsallık için erinsel de odur. Ruhsal etkileriyle tanımlanan erinselin göreceli bütünlüğünü sağlayan biyolojik ve psikofizyolojik değişmez unsur, dölsel içgüdüdür. Bu içgüdünün genetik olarak programlanmış ortaya çıkışının birdenbire oluşu dölsel cinselliğin travmatik yönünü oluşturur ve yabanıl bir hayvansılığın evcilleştirilmesi uğraşını zorunlu kılar. Ergensel başkalaşım, yepyeni bir erinsel doğuma yol açar bu da ancak öznelleşmeyi sağlayacak olan bir ergensel uğraşın sonucunda gerçekleşebilir. Ergensel süreçte ruhsallığın üç düzlemi olan altbenlik-benlik-üstbenliğin kendi aralarındaki ve dış gerçeklikle olan ilişkileri dönüşüme uğrar. Burada elbette en önemlisi üstbenliğin yeniden düzenlenerek öznelleşmeye onun deyimi ile imzasını atması ve bunun ötekilerle yakın ilişkilerde ve özellikle aşk ilişkilerinde kullanılmasıdır.

Gutton için erinsel ve ergensel bir kubbeyi taşıyan iki sütun gibidir. Birincil olan erinselden sonra yer alan ergensel bir süreç, daha doğrusu bir süreçler bütünüdür. Bu süreçte çocuksu fallik cinsel kuram yerini erinsel kurama bırakır. Kimliksel dinamik ise kökensel süreçlerden kaynağını alır ve erinselin tanıklığı cinsel organların birbirlerini tamamladıklarının kökensel sınanmasındadır. Burada artık penisi olanlar olmayanlar yerine bedensel bir deneyim olarak öteki, aşk ilişkisinde aşıkların benlik ideallerinin bir araya getirilmesi olarak ortaya çıkacaktır.

Oysa Peter Pan’ın hep büyümeyen bir çocuk olarak kalmış olan yazarı James Mathew Barrie hiçbir zaman cinsel ötekiyle tamamlanmış bir ilişkiye giremeyecek ve resmen evlenmiş olmasına karşın karısıyla erişkin bir cinsellik yaşayamayacaktır. Onu çocukluğun yasını tutamamış bir melankolik olarak görürsek, melankoliğin ölüm dürtüsüne yakınlığını kimi kez özkıyım davranışlarına yol açması dışında her zaman ölümü çağrıştırdığını da düşünmeliyiz. Zaten Barrie’nin erişkin yaşamı da trajik ölümlerle doludur. Tıpkı Peter Pan’ın Darling ailesinin içine girmesi gibi o da çok çocuklu bir ailenin Liewelyn Davies ailesinin içine girmiş annebabanın peş peşe ölümü ile bu çocuklar için bir anlamda dadı olmuş ancak ailenin üç oğlu da trajik bir biçimde ölmüşlerdir. George Birinci Dünya savaşında cephede, Michael Davis özkıyımı andıran bir boğulmayla ölürler. En küçükleri Peter ise kendini tren raylarına atar.  ‘Ölmek ne müthiş bir macera olacak’ dememiş miydi Peter Pan?

Peter Pan Sendromu

Berrie’nin öyküsü elbette çok hüzünlü. Peki ya diğer Peter Panlar? Peter Pan bir çocuk romanı kahramanı olarak büyümedi ama ya gerçek yaşamdakiler? Amerikalı psikolog Dan Kiley 1983’de yayımladığı kitabında Peter Pan Sendromu[31] olarak adlandırdığı insan ruhsallığını  bozan bir sendromdan söz eder. Bunun tam anlamıyla bir hastalık olarak adlandırılamayacağını ama bu sendromun kurbanı olan kişinin hem kendisi ve hem de çevresi için bir sorun oluşturduğunu belirtir. PPS’den mustarip olanların semptomlarını dört ana semptom “sorumsuzluk, kaygı, yalnızlık ve cinsel rol karşısında çatışma” ve iki de ek semptom “narsisizm-maçoluk ve korsansı davranış “olarak tanımlıyor. Korsansı davranışta belki de en öne çıkan korsanların evleri olmamasıdır. Korsan gemilerinin bağlı olduğu liman da yoktur elbette. Erişkin yaşamlarında ev kuramayan bir limana bir kadına bağlı olamayan erkeklerdir bunlar. 

Erkekler dedim çünkü Kiley PPS’ye tutulmuş kişilerin hemen her zaman erkek olduklarını ve sendromun köklerinin çocuklukta oluşmuş olsa da ortaya çıkışının ergenlikle birlikte olduğunu vurgular. Bu best-seller olmuş kitabın yazarı Dan Kiley 1984’de de “Wendy’s dilemma” Wendy ikilemi başlıklı ikinci bir kitap yazar ve PPS’dan mustarip olan erkeklerle birlikte olanlar kadınları anlatır. Sorunlu ve suça itilmiş ergenlerle ve büyümek istemeyen genç erişkinlerle çalışan Dan Kiley Jungcu bir psikanalitik yaklaşımın etkisi altındadır. Puer Aeternus, Latin şair Ovidius’un Metamorfozunda sözü edilen büyümeyen çocuk tanrıdır. Jungcu psikolojide arketipiler (eski örnek) vardır ve bu da onlardan biridir: Yani hiç yaşlanmamak, hep çocuk kalmak aslında binyıllar boyu insanlığı etkilemiş bir mittir. Ancak bazıları için bu çok hüzünlü bir gerçeklik oluverir.         

Bitirirken

Bitirirken şu soruyu soralım o zaman; Ölmek ne müthiş bir macera! Peki ya yaşamak? Bizler ergen klinisyenleri olarak ergenlere her zaman ‘yaşamanın ne müthiş bir macera olduğunu’ söylemeliyiz. Ergenliğe adım attığı dönemde bir şeyler ters gitmiş ve Peter Pan çocukluğunun yasını tutamayarak Sigmund Freud’un tanımlamasıyla melankolik bir yöne savrulmuştur. Yitirilen çocukluğun gölgesi ergen öznenin üzerine düşmüş ve ortaya büyümek istemeyen hüzünlü bir çocuk çıkmıştır. Öyleyse Peter Pan aslında bir erişkinde ağlayan çocuğun öyküsüdür demek hiç de yanlış olmayacaktır.

Biz klinikte gördüğümüz ergenlerin erişkin yaşamlarında ağlayan çocuklar olmamaları için ruhsal penceremizi onlara her zaman açık tutmalıyız. Bir de…

Peter Pan Wendy’ye perilerin ortaya çıkışını şöyle anlatmıştı: “… ilk bebek ilk kez kahkaha attığında, kahkahası bin parçaya bölündü ve tüm parçalar atlayıp zıplamaya başladı, işte periler böyle oluştu.”[32] 

Ruhsal pencerelerimizi periler içeri süzülsünler diye de açık bırakalım: Bu zorlu yaşam perilere inanmayı gerektirir çünkü.


[1] Bu metin 11 Nisan 2021 tarihinde Türk Psikologlar Derneği Eskişehir Şubesi YouTube kanalıyla yapılan çevrimiçi etkinlikte sunulmuştur. Peter Pan üzerine bir başka konuşmayı kitabın Türkçe çevirmeni Aslı Konaç ile Yapı Kredi Kültür Sanat YouTube kanalında 9 Ocak 2021 de yapmıştım. 

[2] Zehra Karaburçak Ünsal, Kara Çocuklar, Psikanaliz Yazıları No: 22, Bağlam yay. İstanbul, 2010, s.75-84.

[3] Kathleen Kelley-Lainé, L’enfant qui pleure dans l’adulte: “Le complexe de Peter Pan”. Rev. Franç Psychanal, 58(3), PUF, Paris, 1994, s. 875.

[4] Kathleen Kelley-Lainé, Peter Pan ou l’Enfant Triste, Calmann-Lévy, Paris, 1992. 

[5] Sigmund Freud (1917) Deuil et Mélancolie, içinde Métapsychologie, Fr çev. J. Laplanche, J-B. Pontalis, Gallimard, Paris, 1968, s. 146.

[6] S. Freud, (1917) agy. s. 146.

[7] S. Freud, (1917) agy. s. 149-150.

[8] S. Freud, (1917) agy. s. 156.

[9] Sandor Ferenczi (1923), Le Rêve du Nourisson Savant, OC, III, Fr. Çev. Coq Héron ekibi, Payot, Paris, 1974, s. 203.

[10] Parcae (Parkalar) Söylenceye göre insan ömrünün ipliklerini örüp koparan üç tanrıçadan her biri. Bu bağlamda yazgı ve ölüm anlamlarında kullanılmaktadır. Roma dininde yazgı ve ölümü simgeleyen tanrıçalardır ve Tria Fata üç yazgı olarak da adlandırılırlar.

[11] Sigmund Freud (1900), L’Interprétation des Rêves, OC, IV, Fr. çev. J. Laplanche vd., PUF, Paris, 2003, s. 243.

[12] S. Freud (1900), agy. s. 272.

[13] Burada Ferenczi’nin bu unutkanlığının nedenini Freud-Ferenczi ilişkisinin karmaşıklığını bir başka konuşmada ele almak üzere bir kenara bırakıyorum. Bu ilişkinin ölümcül boyutuna XI. Kıbrıs Psikanaliz Günlerinde yaptığım ve Psikanaliz Yazılarının İlkbahar 2021, 42. Sayısındaki Ferenczi dosyasında yayımlanacak olan “Babadan Önce Ölmek” metnimde değindim.

[14] Thierry Bokanowski (1997), Sandor Ferenczi, PUF, Paris, 2001, s.68.

[15] Sandor Ferenczi (1931), Analyses d’Enfants avec des Adultes, OC, IV, Fr. Çev. Coq Héron ekibi, Payot, Paris, 1982, s. 106.

[16] S. Ferenczi (1931), agy. s. 107.

[17] Thierry Bokanowski, Claude Janin, Le Concept de Nourisson Savant Chez S. Ferenczi (Un échange épistolaire) RFP, 58 (3), PUF, Paris, 1994, s. 824. 

[18] Bokanowski T., Janin C., agy. s. 825.

[19] S. Ferenczi (1931), agy. s. 108.

[20] S. Ferenczi (1931), agy. s. 106.

[21] Kelley-Lainé (1992), agy. s. 127.

[22] Kelley-Lainé (1992), agy. s. 127.

[23] S. Freud Lettres à Wilhelm Fliess (1887-1904), Fr çv. F. Kahn, F. Robert, PUF, Paris, 2006, s. 453.

[24] Catherine Chabert, Françoise Coblence, Les Mères Incertaines, Présentation, PUF, Paris, 2019, s. 9.

[25] J. M. Barrie (1911), Peter Pan, Türkçe Çev. Aslı Konaç, YKY, İstanbul, 2020, s. 7.

[26] André Green (1980), La Mère Morte, içinde Narcissisme de Vie Narcissisme de Mort, Les Ed. Minuit, Paris, 1983, s.222-253.

[27] Mathilde Saïet, Quand La Mère se Retire, içinde C. Chabert, F. Coblence, Les Mères Incertaines, PUF, Paris, 2019, s. 44.

[28] J.M. Barrie, Peter Pan, s. 35.

[29] J.M. Barrie, Peter Pan, s. 41.

[30] Philippe Gutton, Le Pubertaire Savant, Adolescence, 25, 3, L’Esprit du Temps, Le Buscat, 2007, s. 348. 

[31] Dan Kiley (1983), Le Syndrome de Peter Pan, Fr. Çev. Jean Duriau, Adile Jacob, Paris, 2000.

[32] J.M. Barrie, Peter Pan, s. 39.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top