Öğrencilerin Gözünden Çağdaş Edebiyat

M. Isabelle HALL

Meslek hayatım boyunca beni büyüleyen en büyük olay English Leaflet’in Ekim ayı sayısında çıkan ve Louise Rosenblatt tarafından yazılan ‘Başyapıtlar Arasındaki Çağdaş Eserler’ adlı makaleyi okumak oldu. Ergenlerin kitap okumasına yönelik olan bu müthiş yazıda dikkatimi en çok çeken ifade şu oldu:

Ergenler tarafından ne tür kitapların okunması gerektiğine yönelik yapılacak doğru seçim, yetişkinler veya eleştirmenler tarafından geçmişte güzel bulunan eserleri tercih etmekle ilgili olmamalıdır. Bunun yerine ergenlerin okuması gereken kitaplar kendi yaşlarına hitap eden onların duygularına tercüman olan veya entelektüel birikimlerine katkı yapan güzel, anlamlı ve etkili kitaplar olmalıdır.

İlham kaynağı olan bu makale ile çıktığım yolda, okuldaki tüm sınıflarda eğitim gören öğrencilerden yorum ve düşünceler derledim. Çağdaş edebiyat alanında uzmanlaşan ve geçen sene Los Angeles’ta bulunan, aynı zamanda değişim programı öğretmeni olan LeOra Baxter’dan da kendi öğrencilerinden edindiği düşünceleri göndermesini istedim. Nihayetinde okul genelinde her kademede öğrenim gören toplam 2.300 öğrenciden yaklaşık 1.500’üne cevaplamaları için bir anket gönderdim. Söz konusu ankette yer alan sorular şunlardır: Edebiyatta size keyif veren hususlar nelerdir? Edebiyatta sevmediğiniz hususlar nelerdir? Edebiyatta neleri değiştirmek isterdiniz? Okulda aldığınız edebiyat dersi boş zamanlarda okuduğunuz kitapların değişmesine etki etti mi? Kitapları derinlemesine incelemeyi mi yoksa daha geniş bir okuma programı mı tercih edersiniz? Bu sorulara verilen cevaplarda öğrencilerin isimlerine yer verilmedi. Bu materyalleri toplama konusunda benden yardımlarını esirgemeyen öğretmelere de teşekkürü bir borç bilirim.

Sorulara verilen yanıtlardaki farklılıklar çok belirgindi; öyle ki kimi öğrenciler hiçbir şeyin değişmemesini isterken kimi öğrenciler de tercihlerini büyük bir değişimden yana kullandılar. Erkek öğrencilerden biri İngilizce bölüm başkanlığında bir değişikliğin olması gerektiği yönünde öneride bulundu. Bu öneri doğrultusunda mevcut fikirlerim değişmeye başladı. Bütçe kısıtlamalarını ve mevcut kitapları göz önünde bulundurarak oldukça dengeli ve güzel olduğunu düşündüğüm müfredat programına ilişkin bir öğrenci tarafından yapılan yorum ise şu şekildedir: “Bizlere okutulan kitaplar hiç şüphe yok ki, hayatımda okuduğum en sıkıcı ve en kötü kitaplar. Yetişkinler için güzel olabilir bu kitaplar ama benim için kesinlikle değil!” Okutulan kitaplara ilişkin bir başka öğrencinin yorumu ise şöyleydi: “Okuduğumuz kitaplar bizim yaşımızdaki insanlar hakkında olmalı ve geçmişte yaşamış yazarlar yerine günümüz yazarları tarafından yazılmış olmalı.”

Her ne kadar en iyi öğrencilerin tamamı özellikle de Amerikan başyapıtları olmak üzere daha fazla modern edebiyata ilişkin eserleri istediklerini söyleseler de, klasik eserlere ilişkin herhangi bir isteksizlik dile getirmediler. Kız öğrencilerimden biri ise başyapıt kelimesini “anlayabileceğimiz herhangi bir kitap” olarak tanımladı.

Çeşitli klasikler üzerine dile getirilen yorumlardan bazıları eğlenceliydi. Lise iki öğrencilerinden biri Shakespeare’in eserlerinde tis, hast, twas, thou gibi eski İngilizceye ait kelime kullanılmasından yakındı. Bir başka öğrenci ise şu ifadeleri kullandı: “Klasiklere karşı ön yargım yok ama içlerinde heyecana ait herhangi bir iz yok. Bu durumun temel nedeni de en heyecanlı bölüme gelene kadar okumaktan yorulmuş olmak ve olay örgüsüne ait ilgiyi bütünüyle kaybetmiş olmak.” Son sınıf öğrencilerinden biri Wordsworth’un Intimations of Immortality (Ölümsüzlük İmaları) adlı eserine pek bir eleştiri getirmezken, bir başka öğrenci bazı mısraları “beş bacağı olan birbirinden kopuk beş heceli mısra” şeklinde tanımladı. Kimi eski klasiklerdeki kelimeler zaman zaman problem yaratmaktadır. Bunun bir göstergesi olarak da üç hafta önce sınıfın birinde başımdan geçen bir olayı sizlere anlatmak istiyorum. Erkek öğrencilerimden biri Gawain and the Green Knight (Gawain ve Yeşil Şövalye) adlı hikâyeyi anlatıyordu. Öğrenci Şövalyenin karısı tarafından Gawain’e verilen her türlü hediyeyi Gawain’in her akşam teslim edeceğine ilişkin verdiği sözden bahsetti. İlk gün verilen şey bir öpücüktü ve Gawain de bunu teslim etti. Ne var ki bir sonraki akşam Gawain herhangi bir hediye getirmedi çünkü ikinci günün hediyesi bir sütyendi. Öğrenciler bir anda hayretler içinde kaldı. Ben de hemen kitabı elime aldım ve ne demek istediğine baktım. Öğrencinin kastettiği hediyenin aslında bir korse olduğunu anladım. Kibarlık olsun diye hediyeyi sütyen olarak nitelendirmişti.

Öğrencilerden gelen bir başka yorum ise şöyleydi: “Mazideki hikâyelerde yer alan kadınlar gerçek insan olamayacak kadar güzellerdi. Bu güzellik karşısında erkeklerin yapabildikleri tek şey ise yanlarında oturup, ellerini tutup ve ne kadar güzel olduklarını söylemekten daha öte bir şey değildi.”

Derslerde en fazla konuştuğumuz ve öğrencilerin en çok anladıklarını düşündüğüm Romeo ve Juliet adlı eserle ilgili olarak, son sınıf öğrencileri erkek ve kadın kahramanların “çok genç” ve “berbat birer aptal” oldukları yönünde görüş belirtti. Ayrıca “Bu insanları konuşmaya yönelik derste çok fazla zaman harcandı, ancak iş işten geçti” diye de sitem ettiler. Modern görünümlü bir kız öğrenci ise “Romeo yürek hoplatan modern biri olarak tanımlanabilir, ama hayalimdeki adam değil” dedi. Bir başka öğrenci ise “Kader hep karşınıza çıkar ve bu hikâyedeki olay örgüsü aşırı monoton” dedi. Öte yandan bir başka erkek öğrenci “Cyrano 15 yaşındaki bir kızı sevdi ama bunu ona söylemedi; oysa Romeo kızla tanışır tanışmaz hemen teklifte bulundu. Cyrano daha iyi olan erkektir” dedi. Ne var ki, Shakespeare’in erken dönem yazarların birçoğundan daha büyük bir başarı yakaladığı bilinen bir gerçek; nitekim öğrencilerin büyük bir çoğunluğu Shakespeare’in oyunlarını sevdiğini itiraf etti.

İngilizce derslerinde en çok beğenilen kitap türleri hiç şüphesiz romanlar ve tiyatro eserleridir. Lise bir sınıflarımızda ele alınan romanlar arasında en beğenileni Walpole’nin Fortitude (Cesaret) adlı eseridir. Kitapta verilmek istenen mesaj şudur: “Önemli olan hayatın kendisi değildir; asıl önemli olan insan hayatındaki cesarettir.” Bu güzel sözlere ilişkin erkek öğrencilerden biri “Bu sözler duygularıma tercüman oldu ve bana bir yaşam felsefesi kazandırdı” dedi. Diğer yandan başka bir öğrenci “Tehlikelerle dolu acımasız olan bu dünyadaki cesaretimiz, bazı şeylerin düzelmesi ve yolunda gidebilmesini sağlamaya yönelik uzun bir yol kat edecektir” dedi. Elbette şu cevapları da beğendim: “Yale Üniversitesinin meşhur şarkısı olan Boola Boola uğrunda ölmek için istekli ve hevesli olmaya yönelik cesareti kastetmiyorum. Benim için cesaret demek gelecekte karşımıza çıkabilecek her türlü engelle yüzleşmek ve üstesinden gelmek demek. Cesaret demek hayatın bize sunduğu zor zamanları aşabilmek ve geleceğe umutla bakabilmek demek”. Bir diğer görüş: “Cesaret demek insanın harakiri yaparak başarısızlıkların giderilmediğini anlaması demek. Cesaret demek her türlü zorluğun üstesinden gelinebileceğine ilişkin güçlü dirayeti dünyaya gösterebilmek demek”. Cesarete ilişkin farklı bir görüş ise: “Cesaret demek günümüzdeki bir lise son sınıf öğrencisinin geleceğinin çok da parlak olamayacağını idrak edebilmesi demek. Cesaret demek bu kişilerin gelecekte başarılı olabilmeleri için bu kitabın felsefesine ihtiyaç duyduklarını anlamak demek” şeklindeydi.

Öğrencilerin yorumlaması için farklı kurgusal kitaplara ilişkin şu ifadeyi paylaştım onlarla: “Eski zamanlarda yazılmış romanlar sayesinde daha dazla tarihi bilgiler edinsem de, yeni dönemde yazılan romanlar beni uzak diyarlardaki, gökyüzünün sonsuz boşluklarındaki ve hatta denizlerin ve okyanusların engin derinliklerindeki modern şehirlere götürüyor.” Modern şehirlerden kastın tam olarak ne olduğunu idrak edemeyen erkek öğrencilerden biri şu yorumda bulundu: “Bu tür hikâyeler başınızı nasıl belaya sokabileceğinize ilişkin sizlere yeni fikirler sunuyor, ancak olayın karamanları gibi bu belalardan o kadar da kolay bir şekilde kurtulamıyorsunuz.” Kız öğrencilerden biri ise şöyle bir yorumda bulundu: “Modern anlamda bir aşksa, aşk dolu maceraları severim; öyle ki benim yaşımdaki kızlar bu tür modern aşkları severler.” Diğer yandan erkek öğrencilerden biri önemli bir söylemde bulundu: “Öğretmenler edebiyatı bizlere hayatın bir yansıması şeklinde göstermiyorlar. Öğretmenlerin yaptıkları hata, bizlerin tahayyül edemediği ve bizlerden farklı yaşlardaki hayali kahramanlar için çok fazla zaman harcıyor olmalarıdır. Oysa bizlerin kitaplarda gerçek insanları ve gerçek yaşantıları görmesi gerekiyor, zira bizler insanoğluyuz ve hayali karakterlerden ziyade gerçek insanlara ilgi duyuyoruz.”

Derslerde işlenen edebi türler arasında sıra dramaya geldiğinde öğrenciler şöyle bir öneride bulundu: “Tiyatro eserlerinin asıl amacı izlenmek olduğundan, söz konusu eserleri sahneye uyarlamak bizler için çok daha keyif verici.” Öğrencilerden biri biraz daha ileriye giderek şu söylemde bulundu: “Tiyatro eserlerinden keyif alıyoruz çünkü öğretmen arka sırada oturuyor ve dersi bizler yönetiyoruz. Böylelikle öğrenirken aynı zamanda eğlenme fırsatı da yakalamış oluyoruz. Dahası arkamıza yaslanıp devamlı olarak öğretmeni dinlemek zorunda kalmıyoruz.” Konuya ilişkin görüşlerini bir başka öğrenci ise şu sözlerle ifade etti: “Modern tiyatro eserlerini okumak sınıf ortamına neşe ve hareketlilik getiriyor.”

Fransız şair ve oyun yazarı Edmond Rostand tarafından yazılan ve çokça sevilen Cyrano de Bergerac adlı tiyatro eserine ilişkin öğrencilerden görüş belirtmelerini istedim. Kız öğrencilerden birinin görüşü şöyleydi: “Rostand günümüzde de yaşayabilecek karakterler oluşturuyor. Her ne kadar bizlerinkinden farklı olsa da, oyundaki karakterlerin sorunları özbeöz gerçek sorunlardır.” Bir başka öğrencinin görüşü ise “Cyrano’nun en büyük kusurlarından biri hem geçmiş hem de günümüz dünyasında çok önemli bir yer tutan başka insanlarla olan iletişimin eksikliği yönündeki inatçı duruşudur. Hâlbuki dünyada daha fazla insan Cyrano gibi olsaydı, yüksek mertebelerde bulunan insanlar tarafından yapılan kötülükler daha az olacaktı. Oysa günümüz dünyası yapmacık haysiyetler ve riya dolu ilişkiler ile dolu.” Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu Cyrano karakterinin olaylar karşısındaki başarısını övgü dolu sözlerle ifade etti. Ne var ki, erkek öğrencilerden birinin bu duruma ilişkin yaklaşımı beni son derece rahatsız etti. Söz konusu bu öğrenci en çok De Guiche’ye hayranlık duyduğunu ifade etti. Bu durumun nedenini de, hikâyenin sonunda söz konusu karakterin yaşıyor olması ve daha da önemlisi zafer kazanmış olması ve makam ile para elde etmiş olması ile açıkladı. Aynı öğrenci Cyrano’nun tam anlamıyla bir aptal olduğunu ifade etti. Kendisini bu konu hakkında uyardım ve kişinin hayallerine bağlı olması gerektiğinden ve kendince güzel olarak nitelendirdiği birtakım düşüncelerden ödün vermesi gerektiğinden bahsettim. Son derece nefret dolu gözlerle bana baktı ve “Tüm bu söylediklerinizin modası geçti, eskilerde kaldı ve artık günümüzde bir işe yaramıyor” dedi. Bunun üzerine ben de kendisine bir insanda hayranlık duyabileceği en belirgin özelliğin ne olabileceğini sordum. Bu soruya “zalimlik” şeklinde yanıt veren bu öğrenci üstüne üstlük İskoç geçmişi olan Amerikan bir aileye mensuptu.

Lise iki ve lise üç sınıflarındaki öğrencilerin büyük bir çoğunluğu modern edebiyata daha fazla ilgi gösterilmesi gerektiğine ilişkin ciddi bir talepte bulundular. Öyle ki kız öğrencilerden biri bu dileğini şu sözlerle perçinledi: Modern edebiyat yakın gelecekte bizlerin de içerisinde yer alacağı gerçek dünyaya ilişkin sorunları yansıtan birtakım ipuçları sunuyor.”

Edebi türler arasında şiir söz konusu olduğunda, lise son sınıf öğrencileri dışındaki sınıflarda pek de talep görmediğini üzülerek ifade etmem gerekiyor. Şiirlere ilişkin kız öğrencilerden biri şöyle bir serzenişte bulundu: “Şiirler genellikle sıkıcıdır. Öyle görünüyor ki, öğretmenler şiirleri seviyorlar, ama öğrencilerin neden bu eziyeti çekmek zorunda kaldıklarını bir türlü anlamıyorum”. Başka bir eyaletten henüz yeni taşındığını söylemekten son derece mutlu olduğum bir başka kız öğrenci ise şiirlere ilişkin şu eleştiride bulundu: “Şiirler içerik, düşünce ve kafiye açısından bir bütün olarak okunmalıdır. Şiirleri Şükran Gününden sonra parçalara ayrılmış bir hindi misali paramparça etmemek ve bir bütün olarak düşünmek gerekir.”

Şiirlerden sonra sıra biyografiye aşırı ilgi duyan öğrenciye geldi: Söz konusu öğrenci biyografilere ilişkin şu söylemde bulundu: “Büyük insanların fikir ve düşüncelerine burnumu sokmayı çok seviyorum.” Bu öğrencinin tam tersi bir görüşü savunan bir başka öğrenci ise her şeye burnunu sokan ve sürekli soru sorup duran öğretmenlerin değişmesi gerektiğini ifade etti.

İntibak sınıflarımızdaki öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun kitaplardan nefret ettiği sonucuna vardım. Söz konusu sınıfların birinde son zamanlarda “sersem bir öğrenci” ve “dandik bir ders” gibi argo sözcüklerin kullanıldığına da rastladım. Bu tür sözcüklerin İngilizcede güzel bir şekilde ifade edilebileceğini öğretmem gerekiyordu ve bu nedenle neşeli bir edayla “sersem, budala, ahmak” gibi sözcükler yerine daha ılımlı kelimeler kullanmaları gerektiğini salık verdim. Ne var ki, “züppe bir çocuk” şeklindeki öğrencilerden bir başka argo kullanımının gelmesi pek de geç olmadı.

Bu öğrenciler her ne kadar ünlü insanları kolları, bacakları, gözleri ve kulakları olmadan daha çok seviyor olsalar da onların hayat hikâyelerini okuyacaklar. Kız öğrencilerden biri utangaç bir edayla “aşk sancılarıyla dolu” modern bir romanı sevdiğini itiraf etti. Bunu söyleyecek olmaktan üzgünüm; ancak öğrencilerin çoğu ilgisiz bir tavırla “Benim için hiçbir farklılık teşkil etmiyor” diyen erkek öğrenci ile aynı görüşe sahip. Buna rağmen The Red Badge of Courage (Kanlı Madalya), Gold (Altın), The Turmoil (Kıyamet) ve The Call of the Wild (Vahşetin Çağrısı) adlı eserler iyi romanlar olarak değerlendirildi. Dergide yer alan makaleler ile kısa öyküler de tercih edilenler arasında yer aldı.

Los Angeles’ta çağdaş edebiyat dersi veren Bayan Baxter’ın öğrencilerinden aldığım yorumlar şu şekildedir:

“Modern edebiyat alanında çalışma yapmak güzel kitapları sevmeme katkı sundu ve bu durum gerçekten de bende bir okuma alışkanlığı yarattı. Bir diğer görüş: “Modern anlamdaki iletişimi ve yenilikleri benimsedik. İletişim ve yenilikler konusunda yapılan icatlar hayatımızı o kadar çok değiştirdi ki, yüzyıl öncesi bize şu an için çok ama çok uzak görünüyor. Bu denli köklü değişikliklerin yaşandığı bir dönemde neden bize çok farklı gelen bir edebiyat ortamını anlamak için uğraş veriyoruz ki?” Bir başka düşünce: “İyi veya kötü birçok kitap piyasada satışa sunuluyor. Bu dersin bize kattığı faydalardan biri, bu kitapların arasından nasıl seçim yapmamız gerektiğini öğrenmek bile olabilir.” Beğendiğim argümanlardan biri de şu şekilde ifade edildi: “Başarılı kabul edilen modern kitapları okumayı öğrenmek geometri bilmek kadar önemli değil midir? Birçoğumuz geometriyi gerçek yaşantısında hiçbir zaman kullanmayacak, ama umuyorum ki kitap okumaya devam edecek.” Diğer bir görüş ise: “Şayet bana öğretilmemiş olsaydı, eğlenmek için Stephen Leacock’a, düşünebilmek için Robert Louis Stevenson’a, hem eğlenmek hem de düşünebilmek içinse Christopher Morley’e başvurabileceğimi nereden bilebilecektim?” Son olarak bir diğer yorum: “Kişi başkaları tarafından yönlendirilmese bile, Zane Grey veya diğer ikinci sınıf yazarların eserlerini okumaktan keyif almaya meyilli olabilir. Esasında bu kişiler, iyi yazarların da heyecan verici olabileceğini bilmeden, kalitesiz kâğıda basılmış ucuz dergilerdeki heyecan verici hikâyeleri bile okuyabilirler.”

Bana öyle geliyor ki, çağdaş edebiyatın müfredatımızda yer alması gerektiğini düşünmemdeki en önemli nedenlerden biri İngilizce derslerimizin nispeten az bir oranda öğrencilerimizi okuma alışkanlığını etkilemesidir. Konuya ilişkin düşüncelerini şu şekilde ifade eden öğrencilerimiz var: “Ailemin yanı sıra hayallerimi en çok etkileyen şey kitaplar oldu.” “Kitapları okuduğum zaman, karakterlerin gerçek hayatla benzerlik gösterdiklerini fark ediyorum. Dahası bu karakterler, karşılaştığım sorunların çözümünde gerçek insanlar kadar bana yardımcı oluyorlar.” Diğer bir öğrenci ise edebiyata ilişkin görüşlerini şu ifadelerle dile getirdi: “Edebiyat bana dünyanın sadece savaşlardan, siyasi söylemlerden ve buna benzer şeylerden meydana gelmediğini görmemi sağladı. Dahası edebiyat bana bombalamalara ve ölümlere ilişkin çıkan haber başlıklarının yanı sıra yoğun bir iş gününün ardından dinlenmek için başvurabileceğim hâlâ güzel şeylerin olabileceğini gösterdi.” Keşke bu öğrenci gibi düşünebilen daha fazla sayıda öğrenci olsaydı.

Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu kitap okumak için boş vakitleri olmadığı konusunda ısrarcı oldu. Öğrencilerden biri de bu duruma ilişkin şu ifadeleri kullandı: “Yaz aylarında kitaplardan o kadar çok bıkmış oluyorum ki, tırnağımın ucuyla bile dokunmak içimden gelmiyor.” Sınıftaki birçok öğrencinin görüşleri ise şu alaycı yorumla ifade edilebilir: “Boş zamanlarımda okumak üzere daha iyi kitaplar seçmem konusunda İngilizce dersinin bana sağladığı en büyük katkı ne okumamam gerektiğini şimdi daha iyi anlayabiliyor olmamdır.”

Bu tür durumlara ilişkin destekleyici nitelikte olan ve mükemmel çözüm önerileri olduklarını düşündüğüm öğrenciler tarafından öne sürülen iki öneri şu şekildedir: “Okuyacak o kadar çok güzel kitap dururken, tek bir kitap üzerinde bu kadar çok zaman harcamak mantıklı değil.” İkinci görüş ise: “Öğrencilere istedikleri alanla ilgili istedikleri kitabı okuyabilmelerine imkân tanıyan bir haftalık süre verilmelidir.”

Bu çalışmayı özetlemeye çalışmak yerine, birkaç gün önce 12-B sınıfındaki öğrenciler tarafından derste yazılan iki kısa yazıyı paylaşmak istiyorum. Öğrencilere verecekleri cevaplarda son derece içten ve samimi olmalarını salık vererek kendilerine şu konu başlığını verdim: “Şayet müfredat programını yeniden şekillendiriyor olsam, çağdaş edebiyata müfredatta daha fazla yer verirdim/vermezdim.” Bu konuya ilişkin yazılan aşağıdaki iki cevap tarafımca düzeltilmedi veya değiştirilmedi. Bu cevaplar öğrencilerin ilk taslaklarıdır. Verilen cevaplardan ilki bir erkek öğrenciye ait olup sadece son paragrafı burada paylaşıyorum:

Çağdaş eserlerin bütünüyle müfredattan kaldırılmasını önermiyorum; ancak dersin en az yarısının daha eski eserler ile ilgili olması gerektiğini düşünüyorum. Günümüzün teknolojik dünyasında, öğrenciler çağdaş edebiyatı anlamaya yönelik büyük bir çaba sarf ederek okumuyorlar. Bu durum kaçınılmaz olarak bir İngilizce dersinin kimi çağdaş eserleri içermesini zorunlu kılmaktadır. Söz konusu eserler öğrencilerin zamana ayak uydurabilmelerine katkı sağlayacaktır. Bu nedenle de bir İngilizce dersinin öğrencilerin içinde bulundukları zamanın şartlarına uyum sağlayabilmelerine olanak sağlayacak ölçüde yeterince çeşitli eserleri içermesi gerektiğini öneriyorum. Ne var ki, bu çeşitlilik geçmişte kaleme alınmış önemli eserlerin es geçilmesine imkân tanımamalıdır; zira bu eserler medeniyetin gelişmesine katkı sunan (kütüphanede bulundukları zaman dilimi bunu kanıtlar niteliktedir), anlaşılması ve kavranması gereken birtakım temel öğretileri içermektedir.

Kız öğrenci tarafından verilen cevap ise şu şekildedir:

İngilizce programındaki müfredatı güncelliyor olsam, çağdaş edebiyata daha fazla önem verirdim. Çağdaş eserler hiç şüphesiz kültürel artalanımızın genişlemesine katkı sunmaktadır. Bu eserler sayesinde hoşgörüyü, cömertliği ve gerçek yaşamda karşılaştığımız sorunlarla nasıl mücadele edebileceğimizi öğreniyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi 20. yüzyıl olduğu ve yaşam tarzlarının bir önceki yüzyıla göre ciddi anlamda değiştiği için, günlük yaşantımızdaki zorluklara ilişkin eski eserlerden ziyade daha yakın geçmişte kaleme alınan eserlerde çözüm bulmamız daha muhtemel olmaktadır. Yeni kitaplar okuyarak, tıpkı Gone with the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti) adlı eserde tasvir edilen medeniyet değişimi misali tüm dünyada meydana gelen hem siyasi hem de tarihi değişiklikleri daha iyi idrak edebiliriz. Çağdaş romanlardaki yabancı ülkeleri ve kültürleri ne kadar çok tanırsak kendi demokratik ülkemizi ve kültürümüzü o denli çok benimseyebiliriz. Charles Nordhoff ve James Norman Hall’un üç romanından oluşan The Bounty Trilogy ve diğer önde gelen hikâyeler sayesinde aşk, macera ve cesaret ruhu içimizde bir kıvılcım uyandırıyor. Bu kıvılcım kendi imkânlarımızla bilinmeyene doğru bir yolculuk yapabilmemize katkı sunuyor. Karakterlerin nasıl taban tabana zıt olduklarının gösterildiği iki örneği vermek istiyorum. Bir yanda All This and Heaven Too adlı eserde yer alan bencil olmayan ve sadık bir mürebbiye karakteri, diğer yanda Gone with the Wind adlı eserde yer alan bencil, açgözlü ve güzel olan Scarlett O’Hara karakteri. James Matthew Barrie’nin What Every Woman Knows adlı tiyatro eserinde kendisini hırslı kocasına ziyadesiyle adayan bir kadını okuyoruz. Ne var ki kadının kocası, karısının kendi siyasi başarısında oynadığı rolün farkında değildir.

Fedakârlık, gerçek aşk, hırs, cömertlik ve liderlik ruhu gibi özellikler yıllardır var olan kavramlardır. Ne var ki, şartlar devamlı olarak değişiyor. Çağdaş insanların yaşantılarındaki bu duygulara ilişkin edindiğimiz kazanımlar kendi yaşantımızı inşa ederken ve şekillendirirken faydalanabileceğimiz birtakım imkânlar sunuyor.

Son sözlerimi lise son sınıftaki bir öğrencim tarafından kaleme alınan bir yazı ile bitirmek istiyorum. Öğrenciler ruhsuz olarak da ifade edebileceğim berbat düzeyde kompozisyonlar yazıyorlardı. Ben de kendilerine bir kadına ithafen yazılmış övgü dolu mükemmel bir yazı okudum ve sonrasında kendilerinden tanıdıkları biri hakkında yazı yazmalarını istedim. İşte o gün sınıfta yazılan kompozisyon:

UNUTAMADIĞIM İNSAN

Benim için kapkara bir gündü. O gün kasvetli hastaneye götürüldüm. Hastane New York’taki tepelerden birinin ardındaydı. Yüreğimin derinliklerinde felâketi, çaresizliği, ıstırabı ve hüznü hissettim. En son gülmek istediğim zamanın üzerinden bile iki ay geçmişti. Eve kapatıldığım zaman durum o kadar kötü değildi. Kendi odamdaydım ve annem, babam, ailem her daim yanımdaydı. Hastalığımı bana unutturmak için uğraşıyorlardı. Oysa şimdi hepsinden uzakta olmak zorundayım.

Kocaman solaryum odasına tekerlekli sandalyeyle götürüldüğüm zaman, çeşitli kokular acımasızca saldırdı bana. Eter ve alkol kokusu hepsinden de baskındı. Esasında kokular duvarlardan, sandalyelerden ve hatta beyaz önlüklü hemşirelerden etrafa yayılıyor gibiydi. Ancak temiz ve keskin olan eter ve alkol kokusundan farklı olarak burun deliklerim hoş olmayan farklı kokular almaya başladı. Bu kokular insan kanı ve hastalık kokusuydu.

Istırap dolu günlerin birinde, uzak bir köşedeki masada yoğun tempoyla çalışan mükemmel görünümlü bir adam gördüm. Solaryumda oturan yaklaşık 40-50 hasta arasından onun yüzünü fark etmemek elde değildi. Yumuşak ve huzur veren tek yüz ona aitti. Ben de dâhil olmak üzere tüm hastalar görmek istemedikleri bir şeyi görmekten devamlı olarak korkuyordu. Korku veren bu şey ölümün belki de kendisiydi. Oysa bu adam tuhaf bir şekilde mutluydu ve meşguldü.

Birkaç gün sonra doktorum beni ziyaret ettiği sırada kendisine beni bu denli şaşırtan beyefendinin kim olduğunu sordum. Doktor, beyefendinin tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış olan bir iş insanı olduğunu söyledi. Doktorlar kendisine dört aylık ömrü kaldığını söylemişlerdi. Bu süre zarfında işyeri ile iletişimini sürdürdü ve şirket bünyesindeki önemli görevleri yönetti. Gülmek ve neşeli sözler söylemek için her daim vakti vardı.

Kendisini bir sonraki görüşümde işlerini tamamlamış ve tekerlekli sandalyesinde arkasına yaslanmış bir şekilde dünyadaki güzelliklerin keyfini çıkarıyor gibi bir hali vardı. Gökyüzüne baktığı sırada ben de gözlerimi havaya diktim. Aylar sonra ilk kez ılık havada, beyaz bulutlarda ve gökyüzünün yumuşak maviliğinde güzelliği buldum.

Her nasılsa bu adam, hayattan keyif almamı sağlayan yeni bir şey öğretmişti bana. Kendisini gülerken ölmüş bir şekilde hayal ettim. Bunları düşündükçe aklıma yepyeni bir fikir geldi. Hepimiz bir gün ölecektik. Bu adamla aramızdaki tek fark kendisinin ne zaman öleceğini bilmesiydi. Dünyadaki bütün şiddetli acılar ölüm olasılığını yok edemezdi. Hayat devamlı acı çekmek anlamına gelmemeliydi. Hayat devamlı gülerek daha çekici bir hale getirilebilirdi.

Kendisine bir kez daha baktım ve ölüme mahkûm olmuş bu adamdan ders çıkarmama imkân tanıdığı için Allah’a teşekkür ettim.

İngilizceden Türkçeye Çeviren: Ali Ölmez

Çeviri Editörü: Asalet Erten

Kaynak Metin: Bu çalışmada çevrilmek üzere seçilen Contemporary Literature from the Pupils’ Point of View adlı makale ergen edebiyatına eğilen bir konuyla ilgilidir. Makale günümüzden 80 yıl öncesine aittir. 1941 yılında M. Isabelle Hall tarafından yazılmış ve The English Journal adlı derginin 30. cildinin 5. sayısında yayınlanmıştır. Makalenin yazarı Türkiye’deki liselerin muadili olarak düşünebileceğimiz Amerika’daki Hope High School adlı okulda görev yapmıştır.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top