Boş Boğaz ile Çirkin Kız

Ocak ayında bir Perşembe öğleden sonra geldiler Matt Donaghy’yi götürmeye. Westchester’daki Rocky River Lisesi’nin 220 no’lu sınıfına beşinci derste Matt etütteyken girdiler.

Matt üç arkadaşıyla -Russ, Stacey ve Skeet- sınıfın arka tarafında sıraları daire biçiminde birleştirmiş alçak sesle, kendisinin Edgar Allen Poe’nun bir kısa öyküsünden uyarladığı tek perdelik oyun üzerinde çalışıyordu; dördü okul çıkışında Tiyatro Kulübü’nde kulüp üyelerine ve danışman öğretmenleri Bay Weinberg’e William Wilson: Bir Kimlik Yanlışı oyununu okuyacaklardı. Rastlantı bu ya, Rocky River Lisesi’nde İngilizce ve tiyatro derslerine giren Bay Weinberg o gün beşinci derste etütte nöbetçiydi; sınıfın kapısı vurulunca her zamanki rahat güleç tavrıyla kalkıp açmıştı.          

“Evet, beyler? Size nasıl yardımcı olabilirim?” 

Ön sıralardaki birkaç öğrencinin dikkatini çekmişti durum. Bay Weinberg’in sesindeki şaşkınlık ifadesini fark etmişlerdi galiba. Ama Bay Weinberg, Rocky River’daki çoğu erkek öğretmeninkinden uzun ve aralarda beyazları olan saçları ve fırça sakalıyla, eğlenceli bir tipti, sıradan sözcükleri bile dramatize ederek ciddiye almadığını göstermekte ustaydı. Bu gelenlere “beyler” demesi de işte bu mizah duygusunun eseriydi.  

Sınıfın arkasında Matt ve arkadaşları oyun üzerinde hararetle çalışıyordu; Matt yaptığı düzeltmeleri telaşlı sert hareketlerle bilgisayara geçiriyordu. Arkadaşlarına endişeyle sorup duruyordu “Peki, sizce burası olmuş mu? Yeterince korkunç mu, komik mi, etkili mi?” Matt Donaghy, Rocky River’da hem zeki hem de komik bir tip olarak tanınıyordu, ama aslında mükemmeliyetçiydi de. William Wilson: Bir Kimlik Yanlışı oyunu üzerinde uzun zamandır çalıştığını arkadaşları bilmiyordu, okulda Bahar Sanat Festivali’nde oynanacak oyunlar arasına seçilmesini çok istiyordu.  

Matt düzeltmelerini yazmakla öyle meşguldü ki Bay Weinberg’ün sınıfın önünde iki kişiyle konuştuğunu fark etmemişti bile. Ta ki ona seslenene kadar –“Matthew Donaghy?” 

Matt başını kaldırdı. Neler oluyordu? Bay Weinberg’ün endişeli bakışlarla onu işaret ettiğini gördü. Matt şöyle bir yutkundu, korkmaya başlamıştı. Bu adamlar, bu yabancılar, ondan ne istiyordu? Siyah takım elbiseli, düz renk kravatlıydılar ve hiç gülmüyorlardı. Matt’in bakışları altında ona doğru geliyorlardı, hem de aynı yoldan değil, kaçmaya kalkarsa önünü kesmek ister gibi iki koldan yürüyorlardı. Matt sonradan hareketlerinin ne kadar seri ve kararlı -ve profesyonel- olduğunu düşünecekti. Sırt çantamı almak için bir hamle yapacak olsaydım… Elimi cebime sokacak olsaydım…  

İki adamdan koyu renk çerçeveli yeşil camlı gözlüğü olan uzun boylusu “Matt Donaghy sen misin?” dedi. 

Matt o kadar şaşırmıştı ki “E-evet. M-Matt benim” diye kekeleyen sesi geldi kendi kulağına. 

Sınıfta ölüm sessizliği vardı. Herkes Matt’e ve iki yabancı adama bakıyordu. Televizyondaki görüntüler gibi, ama ortada kamera yoktu. Koyu renk takım elbiseli adamların yaydığı otoriter hava Bay Weinberg’ün kadife ceketli ve pantolonlu sıradan ve rahat haline baskın gelmişti.  

“B-bir şey mi oldu? B-benden ne istiyorsunuz?” 

Matt’in zihninden düşünceler akıyordu: evde annesine ya da erkek kardeşine, Alex’e bir şey mi olmuştu… yoksa, iş seyahatindeki babasına mı bir şey olmuştu? Uçak kazası… 

Adamlar sırasının iki yanında tam dibinde durmuşlardı. Tanımadığı iki kişi için fazla yakın duruyorlardı. Gözlüklü ve yüzünde hafif gülümseyen bir ifade olanı kendisini ve arkadaşını Matt’e Rocky River Emniyet Müdürlüğü’nde görevli dedektifler olarak tanıttı ve Matt’den sıraların arasındaki boşluğa çıkmasını istedi. “Birkaç dakikanı alacağız.” 

Matt şaşkınlık içinde izin ister gibi Bay Weinberg’e baktı –bir lise öğretmeninin yetkisi polisin yetkisini aşabilirmiş gibi.                  

Bay Weinberg başını hoşnutsuz bir ifadeyle sallayarak Matt’e izin verdi. O da şaşırmış ve sinirlenmişti.  

Matt bacaklarını sıranın altından çıkardı. Sırık gibi uzun, sıska ve hemen kızaran bir çocuktu. Bu kadar bakış altında yüzünün koca bir sivilce gibi alev alev yandığını hissetti. Kendi kekeleyen sesini duydu, “Şey -eşyalarımı alayım mı?” Sırasının arkasında yerde duran siyah keten sırt çantasını, oyuna ait bir tomar müsveddeyi ve bilgisayarını kastediyordu.  

Bu şu demekti- geri gelecek miyim? 

Detektifler Matt’e yanıt verme zahmetine girmediler, sırt çantasını almasını da beklemediler; biri çantayı aldı, öbürü Matt’in bilgisayarını taşımayı üstlendi. Matt sınıftan arkalarından yürüyerek çıkmadı, Matt’in iki yanında, değmeden ama sınıftan çıkana kadar eşlik ettiklerini belli edecek kadar yakın yürüdüler. Matt rüyada gibi yürüyordu. Arkadaşlarının, özellikle de Stacey’nin, yüzündeki şaşkın ifadeyi fark etti. Stacey Flynn. Herkesin sevdiği çok güzel bir kızdı, aynı zamanda da iyi bir öğrenciydi; Matt Donaghy’ya sevgili adayı olmaya en yakın kişiydi ama “sadece arkadaş”lardı, Tiyatro Kulübü ortak ilgi alanlarıydı. Matt, Stacey bütün bunlara tanık olduğu için çok utandı… Sonradan dedektiflerin sorgulayacakları kişiyi kalabalık içinde alıp götürmedeki ustalıklarını ve profesyonelliklerini bir kez daha düşünecekti. 

Sınıfın arkasından kapıya kadar bütün bakışlar altında yürüdüğü yol o kadar uzun gelmişti ki. Matt’in kulakları uğulduyordu. Acaba evlerinde yangın mı çıkmıştı? Yoksa, uçak kazası mı? Babası neredeydi, Atlanta’da mı? Dallas’ta mı? Ne zaman dönüyordu? Bugün mü, yarın mı? Ama polisin bir öğrenciye böyle özel bir haberi bildirmek için okula kadar gelmesi normal miydi?  

Kötü bir haber vardı belli ki. 

“Buradan, evlat. Bu taraftan.” 

Matt, sınıftan koridora çıktıklarında dedektiflerin yüzüne baktı, ikisi de iri yarı, Matt’den uzun ve çok daha kilolu adamlardı. Güçlükle yutkundu; artık bedensel olarak da endişe etkisini göstermeye başlamıştı.  

Matt kendi kısık, korku dolu sesini duydu. “Ne- ne oldu?” 

Gözlüklü dedektif artık sabrını zor koruyan bir sesle, “Evlat, neden geldiğimizi biliyorsun,” dedi.

2

Ocak ayında o öğleden sonra Çirkin Kız patladı.  

Bozulduğumdan değil, bozulmadım. 

Umurumda olduğundan değil, çünkü umurumda değil. 

Ağladığımı gördükleri için de değil, kimse Çirkin Kız’ı ağlarken görmemişti.   

Okulda ne zaman bir takımın seçmesine katıldıysam hep baştan kaybetmesi kesin görünenlerin yanında kenarda köşede beklemiştim. Şişman kızlarla, kalın çerçeveli gözlük takan kızlarla birlikte, “motor becerileri” eksik kızlarla, bir metre yürüse nefes nefese kalan astımlı kızlarla. Ama Çirkin Kız Rocky River Lisesi’nin en iyi sporcularından biriydi. Erkekler bile, hiç istemeseler de bu durumu kabullenmişlerdi. Beden eğitimi öğretmenimiz Bayan Schultz (o da bir Çirkin Kız sayılırdı, iri kıyım, insan içinde eli ayağına dolaşan, cildi bozuk, taraş taras saçlı kaba bir kadındı) beni hep takım kaptanı yapıyordu. İsmimin çirkinliğinin farkında değilmiş gibi “Ursula Riggs” diye seslenişinden, hatta azarlayışından bile- “Ursula, dikkat etsene!” – “Ursula, o faul!”- aslında beni sevdiği belliydi. Çirkin Kızlar’ın birbirini kollaması gerekir, değil mi? 

Yedinci ve sekizinci sınıfta yüzme ve atlama sporları yapmıştım, hayatımın en mutlu yıllarıydı. Ama yüzme takımı dağıldı. Çirkin Kız’ın vücudu da dalmaya ve su sporlarına uygun değildi. Ya da dışarıdan öyle görüyorlardı. Lisede “kara” sporlarına -yani “temas” sporlarına- başladım. Futbol, hokey, voleybol, basketbol. Çirkin Kız böyle parladı. Lise’nin ilk yılında Rocky River kız basketbol takımının kaptanıydım. Sürekli kazanıyorduk ama ben öyle bildiğimiz popüler kaptanlardan değildim, hele Kıpkırmızı ruh halindeysem takım oyuncusu bile denemezdi bana, sırf sayı için oynayıp basketleri sıralıyordum. 

Bayan Schultz’un azarları insanın sevdiği bir öğretmenin azarlamasıydı, benden daha fazlasını beklediğini söylemeye çalışıyordu sadece. “Sen çok yetenekli bir sporcusun, Ursula, derslerinin de çok iyi olduğunu biliyorum. İstediğinde oluyor yani.” Sonra durdu. “Sana daha fazla güvenmek istiyorum, takım arkadaşlarınla birlikte.” Bunları duymaktan hoşlanmıyordum ama omuz silkerek önüme bakmakla yetiniyordum. Ah şu dangıl dungul ayaklarım. Çirkin Kız da kendisine daha fazla güvenmek istiyordu elbette. 

Rocky River’da çok arkadaşım yoktu. (Annem ve küçük kız kardeşim ise “arkadaş” edinmeye çok önem veriyordu.) Sıkıcı Gerçek buydu.  

Tuhaf: ortaokulda canımı sıkan, bir yerlere saklanıp ağlamama neden olan şeyler artık hiç umurumda değildi. Bir sabah uyanıp da çirkin bir kız olmadığımı fark ettiğimden beri Çirkin Kız’dım ben. 

Kahkaham annemin istediği gibi bir kız kahkahası değildi. Gırtlaktan gelen kaba bir kahkahaydı.               

Artık bedenimden utanmayacaktım; gurur duyacaktım. (Belki göğüslerim hariç. Yüzme takımındaki gibi sarıyordum göğüslerimi, spor sutyeniyle daha düz görünüyorlardı.) 

Bebeklik resimlerimde saçlarım çok güzel sarı yumuşacık görünüyordu. Şimdiyse daha koyuydu. Bir gün saçlarımı kökünden kazıtıp dazlak olmak geçiyordu içimden. Ya da asker tıraşı yaptırabilirdim. Ya da siyaha boyatabilirdim. Ya da rengini açabilirdim. Ama babam kabul etmez, annem de utançtan ölürdü herhalde. Onların kafasındaki kız imajı kız kardeşim Lisa gibi kadınsı bir tipti. Lisa umut veren bir balerin adayıydı, annem onun dans derslerini izlemeye bayılıyordu.  

Asıl tepemi attıran son günlerde Babaannemin de beni Lisa ile karşılaştırmaya başlamasıydı. “Ursula, hayatım, artık büyümen durmayacak mı?” Sanki şaka yapıyormuşum ya da bu benim elimde olan bir şeymiş gibi, eskiden çok sevdiğim Babaannemden nefret etmeye başlıyordum. 

Yaşlılar neden bizi bebekliğimizden beri bildikleri için aşağılamaya hakları olduğunu sanıyorlar? 

“Büyümem duracak, Babaanne,” dedim, kibarlığımı koruyarak, “senin yaşlanman durunca o da duracak. Tamam mı?” 

Çok ağır bir laf etmiştim. Babaannem kırılmıştı. Çirkin Kız’ın umurunda değildi. 

Eskiden çok sevdiğim birçok insandan nefret etmeye başlamıştım. İnsan birini seviyorsa incinmesi daha kolay oluyor. Kız arkadaşlarımla ilişkilerimde de bir iki hatam oldu, dostum sandığım bir iki erkek arkadaşımla da aynı hataları bir daha yapmamaya karar verdim. 

Boyumun bu kadar uzun olmasının sevdiğim yanı sokakta erkeklerin ya da hiç tanımadığım büyük adamların gözlerinin ta içine bakabilmem. Öbür kızlardan farklı olarak, erkekler dalga geçtiğinde ya da utandıracak kaba bir şey söylediklerinde balon gibi sönüp büzüşmüyordum. Çirkin Kız’ı utandıracak ne olabilirdi ki? Okulda kızların sevgililerinden ve sevgililerinin onlardan okulun içinde ya da arkadaki otoparkta yapmalarını istediği bazı “cinsel şey”lerden söz ettiklerini duyuyordum; ama bunlar Çirkin Kız’a çok komik geliyordu. Çirkin Kız herhangi bir erkeğin ya da herhangi bir insanın önünde niye eğilsin ki

On üç yaşıma geldiğimde annemin boyunu geçmiştim, çok da hoşuma gitmişti bu. Annem “ufak tefek” bir kadındı, bütün dünyanın gözü onun üstündeymiş gibi sürekli kilosunu, yüzündeki çizgileri ve kırışıkları kontrol ederdi, kimin umurundaysa! Neredeyse babamın boyuna ulaşacak kadar uzamak da hoşuma gidiyordu (babam bir doksan boyunda ve yüz kiloya yakındı), böylelikle bana bir çocuk değil yetişkin gibi davranması gerekecekti. 

En iyi tarafı da öğretmenlerimin boyunda, hatta kimisinden uzun olmamdı. Rocky River’daki kadın öğretmenler arasında Çirkin Kız’ın boyunda olan yoktu, onlarla konuşurken hep West Point askeri okul öğrencisi gibi dimdik durmaya özen gösteriyordum. Rehberlik öğretmenimiz Bayan Hale’den herkes çekinirdi, çünkü dosyanıza olumsuz bir not ekleyerek iyi bir üniversiteye gitmenizi engellemesi işten bile değildi, ama Çirkin Kız’ın korkusu yoktu. En sevdiğim öğretmenler biyoloji dersine giren Bayan Zwilich ve edebiyat öğretmeni Bay Weinberg’dü, onların yanında da korkusuzca dikilebiliyordum.  

Öğretmenlerim bana nasıl davranacaklarını bilemiyorlardı. Ursula Riggs vardı bir yanda, çok iyi bir öğrenciydi, biyoloji ve resim dersine ilgili ciddi bir kız, Çirkin Kız vardı bir de Komançi yerlisi gibi sert bir oyuncu, sivri dilli, suratsız biri. Ruh hali sık değişen Çirkin Kız’dı– bir Kapkara oluyordu, bir Kıpkırmızı. Durumuma göre ya esneyerek sınıftan çıkıyordum ya da bir sınavın orta yerinde sırt çantamı kapıp gidiyordum. A’dan F’ye her türlü not vardı karnemde. Aklım başımda olduğunda böyle gidersem üniversite için gereken SAT sınavlarını riske sokacağımı ve iyi bir üniversiteye giremeyeceğimi fark edip endişeleniyor ama bir dakika geçmeden buna omuz silkerek gülüp geçiyordum. Umurumda bile değil. Çirkin Kız umursamaz. 

Ursula Riggs başkalarının düşüncelerini ve geleceğini kafasına fazlaca takan korkak bir kızdı. Çirkin Kız korkak değildi, gelecek umurunda bile değildi. Çirkin Kız, kadın asker. 

      İnsanların arkamdan konuştuklarının farkındaydım elbette. Annemle babamın da. Sınıf arkadaşlarımın, arkadaşım geçinenlerin. Okulda koridordan geçerken, kafeteryaya girerken – bakışları görebiliyor, fısıldaşmaları, bastırılan kahkahaları duyabiliyordum. Ursula! Çirkin Ursula. Hepsini biliyor ama aldırmıyordum. Yoluma çıkmadıkları sürece yani. 

Kıpkırmızı ruh halim basketbolda çok işime yarıyordu –Çirkin Kız sahayı yıkıp geçiyordu– ama Kapkara halim pek iyi olmuyordu. Kapkara olunca ayaklarım beton gibi ağırlaşıyor, gözlerim içinde küçük cam kırıkları varmış gibi acıyordu. Kapkara’dan çıkmak için sessizce defterime gömülüp kara kalemle hayali kişilerin eskizlerini ve en sevdiğim yer olan Rocky River Doğa Parkı’nı çiziyor, yetmezse Park’ta her havada gücüm yettiğince kilometrelerce koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Çirkin Kız, toprağa koş. Ama iyi geliyordu, çoğunlukla.  

Soyunma odasında soyunup giyinmeyi sevmiyordum, kendimi çok yalnız hissettiğim kötü bir yerdi orası; orada sekizinci sınıftaki gibi aklım vücuduma takılıyordu, öbür kızlar kıkırdayıp fısıldaşıyordu, tuhaf bir biçimde hepsi birbirinin kız kardeşiymiş gibi, kardeşim Lisa’ya bile benden daha yakındılar sanki. Ama dolabımı kilitleyip spor salonuna girer girmez, basketbol sahasına çıkar çıkmaz, her şey normale dönüyor, saha ışıkları altında parlak parke zeminde Kıpkırmızı’nın gelişini hissediyordum. İşte benim yerim burasıydı! Basketbolu çok seviyordum, takım arkadaşlarım da iyi oynarsa, topu ayaklarının etrafında gereksiz yere gezdirmeyip Çirkin Kız’a verip sayı attırırlarsa onları da seviyordum –ya da işte biraz seviyordum. 

“Hey. Çok iyiydiniz çocuklar. Teşekkürler.” 

Çirkin Kız bu sözleri en fazla bir iki maçta, o da geveler gibi, söylemişti. Rocky River takımında, kaptanlarına sinir olan oyuncular bile, böyle sözler duymaya bayılıyordu. 

Derken o gün geldi. En büyük rakibimiz Tarrytown takımıyla o uğursuz maç günümüz.   

Ocak ayında bir Perşembe günü öğle sonrasıydı, o yıl kendi sahamızda oynadığımız ilk maçtı ve takımımın arkamda olmadığını hemen anlamıştım. En güçlü oyuncularım bile dengesiz ve ağır kalıyor, beni kritik anlarda savunmasız bırakıyordu. Attığım basketlerle Rocky River’ı her öne geçirdiğimde kızlardan biri işi bozuyor, topu kaybediyor, Tarrytown atağa başlıyordu. Kendi takımım bana sabotaj yapıyor gibiydi! Tarrytown o bölgedeki en güçlü kız basketbol takımlarından biriydi -geçen yıl bölge elemelerinde bizi yenmişlerdi, bizi moral olarak çökertmeye mi çalışıyorlardı acaba? Ama Ursula Riggs’e sökmez bu. Ben maça asılmıştım. Bordo formam ve şortumla vücudumun her yerinden heyecandan fışkırarak, sonsuz bir enerjiyle -patlamaya hazırdım! Saatlerdir Kıpkırmızı ruh halimdeydim, artık ateşim ta beynime ulaşmıştı, basket attıkça atasım geliyordu. Çirkin Kız’ı hiç sevmeyenler bile oyunumu takdir etmek zorunda kalıyor, her hamlemi alkışlıyordu. 

Canımı sıkan: maça bizim okuldan çok az kişi gelmişti. Tarrytown taraftarlarıyla Rocky River’ınkiler neredeyse eşitti –ve onlar takımlarını çok daha coşkulu destekliyorlardı. Cuma akşamları erkeklerin maçına gelenlerin yirmide biri kadar taraftar toplayabilmiştik ve işin tuhafı biz erkeklerden daha iyiydik, sürekli kazanıyorduk, erkeklerse kazandıkları kadar da veriyorlardı. Bundan daha fazla saygıyı hak ediyorduk yani. Annem de gelmemişti, yarım ağızla “uğrarım” diye söz verdiği halde. Annem Lisa’yı da getirmeyi düşünüyordu hatta -“Saatlerimiz uyarsa”. Yine de taraftarımız vardı, tribünlerde dağınık oturuyorlardı, takımın onlara iyi bir maç borcu vardı. 

Birkaç kere sinirlerime hakim olamadım, kızlarla sert konuştum, onlar da buna bozuldular, son çeyrekte kimse benimle konuşmuyor hatta yüzüme bile bakmamaya çalışıyordu. Skor 28-27 idi, Tarrytown öndeydi; 30-31 oldu, Rocky River öne geçti; 33-30 oldu, Tarrytown öne geçti. (Rocky River’ın basketlerinin dört veya beşi dışında hepsini Çirkin Kız atmıştı.) Maçın sonuna geliyorduk, ter içindeydik, nefes nefeseydik, yorulmuştuk, ben de Rocky River’lı kızlardan iki üçüne biraz sert çıkmıştım – “istemeden”. Tarrytown’lu kızların sayı almaya devam ettiklerini, gerçek bir takım havasında oynadıklarını görüyordum, sayı attıkça amigoları coşuyor, taraftarları ıslıklarla destekliyor, bizimkilerse suratları asık, mutsuz oturuyorlardı. Tarrytown bizim “yıldız” oyun kurucumuzun aptalca bir hatası yüzünden altı sayı öne geçmiş, molada Bayan Schultz’a devam etmek istemediğimi söylemiştim, o da hayır Ursula, yapamazsın, yapacak olursan, oyundan çıkarsan seni okuldan attırırım, diye bağırmıştı. Çirkin Kız’la baş edebilecek tek kişiydi Schultz, saygı göstermem gereken dişli bir kadındı. Onun için alev alev yanan yüzüme soğuk su serpip oyuna döndüm, birkaç dakika Tarrytown’ın sayı atmasına engel olmayı başardık. Tamamen şans eseri topu Tarrytown’ın yıldız şutörü, benim boyumda ve kilomdaki Afrika kökenli siyah Amerikalı kızdan çalmayı başardım, sahanın öbür ucuna doğru bir adrenalin patlamasıyla şimşek hızıyla koşarken birinin ayağına takılıp sağ dizimin üstüne düştüm, hem de çok kötü düştüm, topu elimden kaçırdım, Tarrytown’ın bir ceylan çevikliğiyle koşan, sıçrayan ve yumuşacık tereyağına bıçağı saplar gibi kolayca sayı yapan hücum oyuncusuna geçiyor. Salonda onların taraftarlarının olduğu yerden çığlıklar yükselirken bizim taraftan homurtular geliyor. Yüzüm yanıyor, herkesin beni suçladığını biliyorum. Çirkin Kız o ana kadar çok iyi oynadığı için birden yokuş aşağı iner ya da kendini geri çeker gibi yaptığını düşünüyorlar. Topallayarak koşuyorum. Bağırarak topu istiyorum. Sağ dizim acıyla zonkluyor, iki dizim de su gibi boşalmış durumda. Neler oluyor bana? İzleyici sıralarına hiç bakmıyorum, ama alaycı bakışları, gülüşen yüzleri, dalga geçmek amacıyla alkışlayan elleri görebiliyorum. Rocky River’lı çocuklar bana bağırıyor, söylediklerini duyabiliyorum –“Ursula! Çir-kin Ur-sula!” Yüzleri suyun altında gibi bulanık ya da ben ter gözümü yaktığı için göremiyorum. Midem müthiş bir bulantı hissiyle allak bullak. Tıpkı yıllar önce bir yüzme yarışında atlama tahtasının başında donup kaldığım zamanki gibi, ölüm sessizliği olmuş sonunda ağlamamak için alt dudağımı ısırarak utançla ve aşağılanma duygusuyla dönüp gitmiştim. Ama artık Çirkin Kız vardı. Ürkek bir sekizinci sınıf öğrencisi yoktu. 

Kendimi zorlayarak oyuna devam ediyorum, son dakikalara giriyoruz. Başımın üstünden geçen topa ulaşmak için sıçrıyorum. Ve yakalıyorum! Gözlerimin buğulanmasına, bacaklarımın titremesine rağmen, tutuyorum. Boğazımdaki kusmuk tadına rağmen. Herkes bana bağırıyor, sayıyı atmak üzereyim ama bir anda topu elimden çalıyorlar, geri almak için elimden geleni yapıyorum, koşuyorum, kayıyorum, şahlanmış bir at gibi soluk soluğayım, yine takılıyor ayağım –bu kez düşmeyeceğim. Koşuyorum, potanın altına, kesin sayı, topu atıyorum, birkaç milim farkla potanın arkasına çarpıyor, lanet olsun, açısı yanlış, kenara çarpıyor, Tarrytown’lı çok yüksek sıçrayan bir oyun kurucu topu kapıp saha boyu koşuyor, topu şutörüne veriyor, o da sayıyı atıyor. Oyun bitmek üzere. Spor salonu çığlıklar, ıslıklar, alkışlar ve ayakla tempo tutma sesleriyle inliyor. Çirkin Kız sendeliyor, dizleri boşalıyor. Çirkin Kız’a ne oldu? Bir iki kız birbirine giriyor, homurtular, gürültüler. Acıdan kıvranarak yere düşüyorum, bağırmamak için dudaklarımı ısırıyorum. Neyse ki hakemin düdüğü duyuluyor –“Faul!” 

Birden faul çizgisinde karşımda basket potasını görüyorum. Spor salonunda Bayan Schultz’la tam bu noktadan o kadar çok faul atışı çalışmışımdır ki, uykuda bile atabilirim. Gözüm kapalı atabilirim. Ama, birden bir titreme geliyor. Kusmaktan korkuyorum. Bugün top benden yana değil, bana düşman diye korkuyorum. Bu maçta bir uğursuzluk var, Çirkin Kız’da da bir uğursuzluk var. İzleyici sıralarından gülüşler duyuluyor. Bulanık bir biçimde Bayan Schultz’un gergin yüz ifadesini seçiyorum. Mavi formalı Tarrytown takımı ile bordo formalı Rocky River takımından herkesin gözü üstümde, o an akıllarından geçeni okuyabiliyorum: Çirkin Kız, yenil! Senden nefret ediyoruz. Çirkin Kız korkuyor. Forması terden sırılsıklam, burnuna vücudundan yayılan korkunun kokusu geliyor. Kendini rahatlatmak için topu birkaç kez yerde sektiriyor. Her şey yolundaymış gibi. Topu iki eliyle dikkatle tutuyor, göğsüne çekiyor ve kaldırıp atıyor –top uçarak potaya gidiyor, arkaya çarparak olduğu gibi dışarı sekiyor.  

Gülüşmeler, homurtular. Sessizlik.  

Çirkin Kız kusmuğunu yutuyor. Çirkin Kız sol ayağının uğuruna inanır. Topu yeniden sektiriyor, bir, iki, üç –yeniden atıyor. Basketbola yeni başlamış gibi gözlerini kapıyor. 

İkinci faul atışı da kısa kalıyor. 

Çirkin Kız patlıyor. 

Takım arkadaşlarımın yuhalaması, öfke ve nefret dolu bağırışları geliyor kulağıma dalga dalga. Schultz’un öfkeli bakışlarıyla karşılaşıyorum. Mesaj o kadar açık ki. 

Rocky River kaybetsin diye kasten yaptığımı düşünüyorlar…

Yazar: Joyce Carol OATES
İngilizceden Türkçeye Çeviren: Alev Bulut

Kaynak Metin: Big Mouth and Ugly Girl, J. C. Oates, Harperteen, NY: ABD, 2003 (1. ve 2. Bölüm)

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top