Bu röportaj Türkiye’de yatılı bir askeri lisede eğitim görmüş Marmara Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık Bölümü öğretim üyesi Derya Oğuz ve yine ilgili üniversitenin aynı bölümünde görev yapmakta olan Avusturya’da yatılı bir manastır okulunda eğitim görmüş Meltem Kılıç’ın yatılı okul deneyimleri ve bağlantılı olarak yatılı okul edebiyatıyla ilgili görüşleri üzerine gerçekleştirilmiştir.
Soru: Ölü Ozanlar Derneği kitabında gördüğümüz gibi yatılı okullarda bazı ilkeler vardır. Bu ilkeler disiplin, gelenek, yetkinlik ve onur olarak karşımıza çıkar ve bu ilkelere uymayan öğrenciler ise cezalandırılır. Sizin kaldığınız yatılı okulda da bu tarz ilkeler var mıydı? Bu ilkelere uymadığınızda ne gibi yaptırımlar uygulanırdı? Günümüzdeki okullarda bu ilkeler devam ediyor mu?
Derya Oğuz: Mezun olduğum okul askerî bir liseydi ve diğer yatılı okullara oranla burada çok daha katı kurallar, disiplin ve yaptırımlar söz konusuydu. Diğer yatılı okullar konusunda çok fazla bilgim olmamakla beraber, kaldığımız okulda bu konuda oldukça zorlayıcı durumlarla karşılaştık. İlk gittiğimde şaşırdığımı ve alışmaya çalışmakta zorlandığımı hatırlıyorum. Okulun sınavını geçtikten sonra arkasından gelen mülakatta ve akabinde sağlık raporu almaya çalışırken askeri hastanedeki askeri kurallara ilişkin atmosferi hissetmeye başladım. Herkes üniformalıydı, kurallar vardı ve askeri nizam kendini oldukça hissettiriyordu. Bizler de okula kabul edikten sonraki intibak döneminde üniforma giymeye başladık. Askeri kıyafetlerimizi ve postallarımızı okul içinde, ölçülerimize göre hazırlanan döpiyeslerimizi ise resmî törenlerde ve dışarda giymemiz gerekiyordu. Askerî okul olarak komutanlarımız, intibak ve tatbikat gibi eğitimlerimiz, sabahları içtimalarımız, gece ve gündüz nöbetlerimiz ve bunun yanı sıra sivil öğretmenlerimiz, asker öğretmenlerimiz, meslekî ve temel derslerimiz vardı.
Okulda toplamda dört devre vardı ve her devre ortalama 120 kişiden oluşuyordu. 120 kişi dört takıma ayrılmıştı ve takımlar kendi içlerinde bir düzenle her sabah yerini alırdı. Okulda doğal olarak her şeyin bir saati ve düzeni vardı. Üstlerimize ve komutanlarımıza saygılı olmak durumundaydık. Bir komutanımı veya üstlerimden birini koridorda veya herhangi bir yerde gördüğümde durup selam vermem gerekirdi. Bunun dışında kılık kıyafetimize özen göstermek, yatakhanede yatağımızı ve dolabımızı temiz ve düzenli tutmak zorundaydık. Aksi takdirde çeşitli cezalar ve yaptırımlar söz konusuydu. Diyelim ki bir üstümüzü koridorda gördük ve selam vermedik, mutlaka ceza alırdık. İzinsizlik ve disiplin cezası. Sözgelimi nöbet sırasında, nöbet yerini terk etmekten ve kabuklu yemiş yemekten ceza aldığımı hatırlıyorum.
Her ne kadar mantık sınırlarını zorlasa da biz 14 yaşında evinden ayrılmış gençler olarak kuralları sorgulama konusunda pasif kalıyorduk. Çok sorgulandığında ve memnun olunmadığında okuldan ayrılmak elbette söz konusuydu. Bu noktada da devreye sözleşme giriyordu. Okula girişte ailelerimizin imzaladığı sözleşmeler gereğince okuldan ayrılırsak belli miktarda tazminat ödememiz gerekiyordu. Zira devlet parasız eğitim için bizi birçok sınavdan geçirmiş, himayesine almış, binlerce kişinin arasından seçmiş ve bize yatırım yapmıştı. Gittiğimiz okulun kızların kabul edildiği tek askerî okul olması, okulun gözümüzdeki değerini sanırım artırıyordu. Ya da öyle olduğuna inanmıştık. Öğretmenlerimizden sıkça “Olduğunuz yerin hakkını verin, kıymetini bilin, burada tüyü bitmemiş yetimin hakkı var” söylemlerini duyduğumu hatırlıyorum. Dolayısıyla bizler de oraya uyum sağlayabilmeyi bir başarı gibi algılamıştık. Sanırım üzerimizde oluşan psikolojik baskıyla hareket ediyorduk. Bugün tabii çok farklı düşünüyorum ancak o günün koşullarında 14-15 yaşında bir gencin gözünden söylüyorum bunları. Bir toplum içinde yaşayan kişinin o toplumun normlarından bağımsız hareket etmesi, özellikle de o yaş grubu için oldukça zor. İster istemez içine doğduğumuz kültürde ve toplumda bazı kodlara tâbi oluyoruz. Ailelerimiz bizleri o kodlar ve normlar çerçevesinde büyütüyor. Sorgulama ve özgür düşünme şansımız çok fazla olamıyor. Ancak kişi bireyselleşmeye başladığında ve kendini anlamaya başladığında, bunları sorgular hale gelebiliyor.
Meltem Kılıç: Benim kaldığım yatılı okulda sıkı kurallar hâkimdi demem doğru olmaz. Halbuki yurt dışında (Avusturya), manastıra bağlı bir okulun yurdu olduğu düşünüldüğünde, eminim ki akla tam tersi gelecektir. Elbette belli başlı kurallar vardı: okul bitip yurda döndüğümüzde büyük bir çalışma odasında öncelikle ödevlerimizi yapmak zorundaydık. Ödevimiz olmasa bile orada bulunmak durumundaydık, en kötü kitap okumamız beklenirdi ki yurt müdürümüz her birimize hitap edecek çokça kitap hediye ederdi bizlere. Daha sonra akşam yemeğine kadar dışarı çıkabilir ya da boş zamanımızı dilediğimiz şekilde değerlendirebilirdik. Akşam yemeğinde ise herkes sofrada olur ve her gün birimiz yemeğe başlamadan önce dua ederdi. Yatma ve odanın ışığını kapatma saatleri ise yaş gruplarımıza göre farklılık gösterirdi. Bunların dışında özellikle Paskalya ve Noel gibi bayramlarda mutlaka birlikte kutlamalar gerçekleştirilirdi ki yurtta tek Hıristiyan olmayan benim için İncil’den bölümlerin yanı sıra Kur’an’dan bölümler de okurdu yurt müdürümüz Rahibe Johanna. Hem o hem de bizlerle ilgilenmek için yurtta yaşayan görevli personel bir aile ortamı yaratmak için büyük çaba gösterirdi. O nedenle filmlerden alışık olduğumuz katı cezalar söz konusu değildi kaldığım yerde. Aldığım en büyük ceza aynı zamanda okula bağlı kilise korosunun da şefi olan Rahibe Johanna’ya korodan ayrılmak istediğimi söylediğimde benimle günlerce konuşmaması olmuştu. (Gülüyor) Ancak sonrasında aramız hızlıca düzeldi elbette. Bizim cezalarımız genelde yaptığımız yanlışlar üzere Rahibe Johanna’yla konuşmak zorunda olmamızdan ibaret olurdu. Yalnızca bir arkadaşımız yurttan uzaklaştırılmıştı. Hatırladığım kadarıyla çokça problemleri olan bir kızdı. Geceleri sıklıkla yurttan kaçardı. Yine böyle bir gecede bir eğlence mekânında tanıştığı gençle civardaki bir otele gitmiş, orada tacize uğradığını iddia etmişti. İşin içine polisle kızın ailesi de dâhil olmuş ve sonunda en uygununun arkadaşımızın artık yurtta kalmaması olduğuna karar verilmişti. Daha sonra buna benzer bir olay hiç yaşanmadı.
Artık çevremde yatılı okulda kalan bir yakınım olmadığı için günümüzdeki duruma dair pek bir bilgim yok maalesef. Ancak benim yurtta kaldığım dönem için ‘hayatımın en güzel yıllarıydı’ demem kesinlikle yanlış olmaz.
Soru: Yatılı okullarda uygulanan baskı ve zorbalığın dikkat çekilmesi gereken bir konu olduğu söylenebilir. Örneğin Ölü Ozanlar Derneği yapıtında ve 3 Aptal sinema filminde bu bağlamda intihar konusu işlenir. Sizce söz konusu bu kişiler neden intihar etti? Kaldığınız okulda buna benzer bir deneyiminiz oldu mu?
Derya Oğuz: Yatılı okullardaki zorbalık ve baskı, bence aslında toplumsal bir baskının sonucu olarak tezahür ediyor. Gerek akran zorbalığı gerekse belli normların uygulanması konusunda okullarda ve ailelerde oluşturulan baskı, ilginç bir şekilde kendini sürdürüyor. Ölü Ozanlar Derneği yapıtında gördüğümüz intiharı, hayata müdahaleye karşı bir direniş olarak okuyorum. Yapıtta klasik eğitimde disiplin, gelenek ve başarı gibi kavramların sorgulandığı görülüyor. Kitaptaki karakterlerden Neil Perry, edebiyata hayat veren öğretmeni John Keating ve Ölü Ozanlar Derneği aracılığıyla kendini gerçekleştirebileceği, özgür hissedeceği bir alan yaratıyor. Tiyatro ile hayatına devam etmek isterken babası tarafından tehdit ediliyor ve engelleniyor. Neticede sürekli kendi adına neyin doğru olduğuna karar veren babası yüzünden çaresiz hissederek maalesef böyle bir yola başvuruyor. İntihar elbette bir çıkış yolu değil ancak Neil, askerî okula gitmeye zorlanınca kendini gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor ve kendisine dayatılan hayatı reddediyor. Elbette çok acı bir olay ve ne yazık ki günümüzde benzer durumlar yaşanıyor.
Üç Aptal filmindeki intiharı ise sistem eleştirisi olarak görüyorum. Zira intihar eden karakter, var olan sistemde toplumun algısında kodlanan başarıya ulaşmak için çabalıyor ve bununla baş edemeyeceğini anlayarak intihar ediyor. Odasının duvarına “I quit” yazarak eğitim sisteminde oluşturulan rekabet ve yarışma düzeninin bir parçası olmak istemediğini belirtiyor. Ülkemizde de eğitim sisteminin günümüz gençlerinde oluşturduğu baskı ne yazık ki çok benzer. Bu ezberci sistemde ve yarışta çocuklar, gençler çok yoruluyor ve daha çok küçük yaşlardan başlayarak neye hizmet ettiği belli olmayan bir amacın peşinden koşmaya zorlanıyorlar. Üstelik ilginçtir ebeveynler de buna öncülük edip çocukların başında derece yapabilsinler diye gardiyanlık yapıyorlar. Aslında belki de kendi isteklerini çocuklarının üzerinden gerçekleştirmeye çalışarak tatmin arıyorlar. Bu durumda ailesine güvenen ve kendisi için doğru olanı yapacağına inanan çocuğun kendini kanıtlamaya çalışmaktan başka çaresi kalmıyor. Çalışıyor, sınavlara giriyor ve hüsrana uğruyor. Ne yaparsa yapsın sistem ona sürekli yetersiz olduğunu fısıldıyor. Bireysel farklılıklar, özel ilgi alanları dikkate alınmadan sürdürülen bu işleyişte başarı olarak bir zirve belirleniyor ve o zirveye herkesin çıkması teşvik ediliyor. Bu örneği bir yerde duymuştum. Sözgelimi kedi, köpek, balık, kaplumbağa, tavşan, kuş, böcek, tırtıl arasında bir yarışma düzenliyoruz ve hepsine diyoruz ki “Bu ağacın tepesine çık!”. Hepsi çıkamıyor tabii ki. Peki çıkamayanlar başarısız mı oluyor? Sonra bu çocuklar ne istediğini bilmeyen, kendini tanımayan ve işini sevmeyen yetişkinlere dönüşüyor. Mutsuz bir toplumun ilk kriterlerinden biri, adeta kendini gerçekleştiriyor ve böyle sürüp gidiyor. Sistem, bireyleri, mağdur ettiği saiklerle sürekli enfekte etmeye devam ediyor.
Benim kaldığım okula gelince akademik başarıdan ziyade farklı bir baskı söz konusuydu ve bu hepimizi mutsuz ediyordu. Baskı ve disiplinin insan hayatını ne denli etkilediği ve etkilemeye devam edeceği su götürmez bir gerçek. Arada baskıdan kaynaklanan tepkilerimiz oluyordu. Yasaklar cazip geliyor bazen kurallara karşı gelmek pahasına sınırları zorladığımız oluyordu. Kaçtığımız ve ceza aldığımız olaylar oldu. Her birimizin hayatında okuldaki baskı, farklı etkilere sebep oluyordu elbette. İntihar çok fazla duymadım ama söylentiler hep olurdu. Depresyonda olan, ya da depresyonda olduğunu fark etmeyen çok kişi olmuştur mutlaka. Bir gün öyle bir şey oldu ki hepimiz çok etkilendik. Okulda dört yıl boyunca acı tatlı birçok şey yaşadıktan sonra mezuniyete yaklaşmıştık. Dört gözle mezun olmayı, özgürleşmeyi bekliyorduk. Ve mezuniyet töreni için provalara başlamıştık. Mezuniyet törenimize birkaç gün kala maalesef okul bize acı bir hatıra bıraktı. Ben hafta sonu evci çıkmıştım ve okula dönerken okulun etrafında ilginç bir atmosfer vardı. Suratlar asıktı. Herkes üzgün ve bir şeyler konuşuluyordu. Ne olduğunu anlayamadım ve kötü bir şey olduğunu düşünerek hızla okula yürüdüm. Gözlerim arkadaşlarımı aradı. Ne olduğunu sorup duruyordum ama kimse konuşamıyordu. Havada uçuşan sözcükler “ölmüşler”, “kaza”, “kaçmışlar” idi. Hemen odaya çıktım. Herkes ağlıyordu. Boğuk ve buruk seslerden olayı öğrendim. Devre arkadaşlarımız, üç kişi, üstelik biri yatakhane arkadaşım, okuldan kaçmışlar ve gece bir trafik kazası geçirerek hayatlarını yitirmişlerdi. Mezuniyetimize iki gün kala mezun olamadan özgürleşmişlerdi. Bize de bunun acısını yaşamak düşmüştü. Ailelerin gelip morgda çocuklarını teşhis edişleri, ağıtları, ağıtlarımız…. Uzunca bir süre eşlik etti bize acı. Mezuniyet törenimizde arkadaşlarımızın yeri boş kaldı. Ağlayarak söyledik marşlarımızı. Ağlayarak yemin ettik. Mezun olduk. Hiç özgürleşmiş gibi hissetmedik uzunca bir süre.
Meltem Kılıç: Hatırladığım kadarıyla Ölü Ozanlar Derneği’nde ailesinden yoğun baskı gören bir genç en sonunda kendisine hayallerini gerçekleştireceği bir alan tanınmadığı için intihar ediyordu. Benim kaldığım yurt, okul bünyesine ait bir yurttu ancak tüm okul yatılı okumuyordu, hatta 20-25 kişilik, esasen oldukça küçük bir gruptuk diyebilirim. Hâliyle yatılı okumamızın çeşitli sebepleri vardı. Çoğu arkadaşım önemli ailevi problemlere sahipti ve ebeveynleriyle yaşamaları mümkün değildi. Birkaç arkadaşımın ailesi ise şehir dışında ya da yurtdışında yaşıyor/çalışıyordu. İntihar girişimi olmasa da kendine zarar veren kızlar oldu. Öfke nöbetleri ise sık sık karşılaşılan bir durumdu ve hedef genelde ‘evimizin bir nevi annesi’ rolünü üstlenen Rahibe Johanna’ydı. O ise her birimizin aile geçmişini bildiği için konulara oldukça hassas yaklaşır, her birimizle ayrı ayrı ilgilenirdi. Ölü Ozanlar Derneği’nde olduğu gibi kızların aileleri ile çözülemediği ciddi sorunlar olduğunda yine devreye girer, ailelerle görüşür, çözüme varamadığı noktalarda okulun psikoloğunu devreye sokardı. O nedenle hiç kimse kendi problemleriyle baş başa kalmadı ve belki de bu nedenle intihar gibi bir yola başvurmadı.
Soru: Bazı eserlerde yatılı okuldaki baskıdan uzak kalmak ve özgür olabilmek için çeşitli kulüpler kurulur. Örneğin öğrenciler şiir, edebiyat ve tiyatro ile ilgilenmeye başlayarak Ölü Ozanlar Derneği’ni kurar. Yani çareyi edebiyatta bulurlar. Sizin de baskıyla karşı karşıya kalma durumunuz oldu mu, okulun stresinden ve yoğunluğundan kurtulmak için ne yapardınız? Yatılı okulunuzda buna benzer bir oluşumunuz oldu mu?
Derya Oğuz: Yaşadığımız zorlukları bazı güzelliklerle dengelemeye çalışıyorduk. Okulda edebiyat kulübü gibi kulüpler var mıydı çok hatırlamıyorum. Kitap okumaya teşvik edildik. Hatta okul komutanımız kitap okumanın önemine ilişkin konuşmalar yapardı. Bazı yasaklı kitaplar vardı. Onları okumamıza izin verilmezdi. İdeoloji içerikli, yönlendirici kitapları bulundurmak ve okumak yasaktı. Bunun dışında okula kitap setleri alınırdı ve kütüphanemiz aktif işlerdi. Kendi kitaplarımızı da getirebiliyorduk. Okuduğumuz kitaplardan, etkilendiğimiz eserlerden bazılarını sahneye koyma fırsatı veriliyordu. Küçük skeçler hazırlayıp belli günlerde performans sergileyebiliyorduk. Müzikle ilgilenen arkadaşlar kendi alanlarıyla ilgili performanslar sergilerdi. Yıl içinde koro çalışmalarımız, danslarımız, eğlence gecelerimiz olurdu. Akşamları dersten sonra yemeğe kadar olan boşlukta gazinoda oturup dizi izlerdik ya da müzik dinlerdik. Gazino dediğimiz yer, kantine yakın, önünde sandalyeler ile bir televizyonun yer aldığı büyük bir salondu.
Meltem Kılıç: Yukarıda da bahsettiğim gibi, benim baskıyla karşı karşıya kalmam gibi bir durum söz konusu olmadı. Ancak her genç gibi benim de o dönemler elbette bazı sıkıntılarım ve bunalımlarım oldu. Ne mutlu ki okulumuz bize spor ve sanat alanında birçok aktivite imkânı sunuyordu. Sporla çok aram olmadığından daha çok sanat kollarına yönelmeyi tercih ettim. Bir dönem okulun müzik grubunda solistlik yaptım, daha sonra gitar dersleri aldım ancak en uzun solukluları koro ve tiyatro oldu. Özellikle bu ikisi bana birçok yeni arkadaş edinme olanağıyla birlikte turne zamanları yeni şehirler, yeni ülkeler keşfetme şansı da sundu. Ayrıca takım çalışması, birlikte hareket edebilme ve uyumluluk gibi güzel özellikler de kazandırdı. Kısacası evet, üzerine düşündüğümde ben de stresten ve okulun yoğunluğundan kaçmanın çaresini müzik ve tiyatroda bulmuşum diyebilirim.
Soru: Her sosyal ortamda olduğu gibi gruplaşmalar yatılı okulda da doğal olarak karşımıza çıkar. Ancak dikkat çeken nokta bu okullarda ortak bir amaç söz konusuysa birlik ve mücadele çok hızlı bir şekilde yapılanır. Bunun nedeni size göre ne olabilir, deneyimlerinizden yola çıkarak açıklar mısınız?
Derya Oğuz: Yatılı okulda gruplaşma vardı elbette. Herkes kendini yakın hissettiği kişilerle birlikte hareket ederdi. İkili ilişkiler de çok kuvvetliydi. Bence bunun sebebi; güvenme, birbirine yaslanma ve birbirinden güç alma ihtiyacıydı. Özellikle ‘güven’ çok temel bir ihtiyaç ve bulunduğumuz katı disiplin ortamında aile gibi hissetmeye ihtiyaç hissediyorsunuz. Bugün baktığımda gördüğüm, kardeşlik tadında bir birliktelik. Hala devam ediyor arkadaşlıklarımız. Birbirimize “devrem” diye hitap ediyoruz. Okul günlerinde de belli olaylarda hemen kenetlenir, birlikte hareket ederdik.
Bir olay hatırlıyorum sözgelimi. Aramızdan biri, bir gece isyan ederek öğretmenler odasına girmiş ve orayı birazcık dağıtmıştı. Kim bilir ne hissediyordu, neye tepki veriyordu. Bu olayda başlangıçta failin kim olduğu belli olmadığı için bütün okul suçlanmıştık. Haftalarca izinsizlik cezası aldık. Aramızda bunu yapanı bulmamız istendi. Hemen olayı çözmek için bir araya geldiğimizi hatırlıyorum. Çok stresli bir dönem geçirdik. Sonra ne oldu bilmiyorum. Kendi mi itiraf etti, olay nasıl çözüldü hiçbir fikrim yok. Tek hatırladığım bizim suçluyu bulmak konusunda birliğimiz.
Meltem Kılıç: Söylediklerinize kesinlikle katılıyorum. Bizlerin arasında da zaman zaman gruplaşmalar, hatta ufak zorbalıklar meydana gelebiliyordu maalesef. Ancak içimizden birinin ciddi bir sorunu olduğunda da tek yürek oluyorduk. Bana göre bunun nedeni günün sonunda birbirimizden başka kimsemizin olmaması ve aile gibi olmamızdı. Sonuçta gerçek ailemizden çok birbirimizi görüyorduk, sürekli didişen ancak en sonunda yine barışan kardeşler misaliydik diyebiliriz. Bir başka deyişle, ‘Ne seninle ne sensiz’ cümlesinin canlı örnekleriydik. Söz konusu Rahibe Johanna’yı herhangi bir konuda ikna etmek ya da ondan bir şeyler gizlemek olduğunda can ciğer kuzu sarması olan bizler, ‘çamaşır yıkama’ ya da ‘banyo’ sırası mevzu bahis olduğunda birbirimize girebiliyorduk. Yine de bana göre güzel bir aileydik biz…
Soru: Harry Potter ve 3 Aptal gibi yapıtlarda ast-üst ilişkisi ya yaşa bağlı olarak ya da fakirlik zenginlik bağlamında ele alınan bir diğer konudur. Bu tür bir ast-üst ilişkisini yatılı okulunuzda deneyimlediniz mi?
Derya Oğuz: Askerî lisede ast-üst ilişkisi çok net bir biçimde hissedilirdi. Üst sınıfların alt sınıflara baskı kurduğu hatta ceza verdiği bile olurdu. Okulda ablalık-kardeşlik gibi bir sistem oluşmuştu. Üst sınıflardan bazı kişiler alt sınıflardan bazılarını kardeş tutardı. Ya da tam tersi olurdu. Böylece ablası olan kişi, kendini koruyan birinin varlığını hissetmiş olurdu. Akran zorbalığı ise günümüzde olduğu kadar popüler bir konu muydu hatırlamıyorum. Elbette akran baskısı da olmuştur ama benim anılarımda çok belirgin bir şey canlanmadı. Biz daha çok birlikte baş etmenin yoluna bakardık.
Meltem Kılıç: Belirgin bir ast üst ilişkisi deneyimledim diyemeyeceğim. Yurda ilk geldiğimde Orta 1’e giden kızlarla birlikte lise sonda olan arkadaşlarımız da vardı ancak büyükler bize üstünlük taslamaktan çok her zaman mentorluk ettiler diyebilirim. Zaten Rahibe Johanna başta olmak üzere diğer personel de aksine asla izin vermezdi. Biz de ne gördüysek bizden sonra gelenlere de onu uyguladık ki bir süre sonra yurda alt sınıflardan çok fazla kız gelmediği için geriye kalanlarımızın yaşları oldukça yakınlaşmıştı. Belki az da olsa ‘eskiler’ ve ‘yeniler’ gibi bir ayrımdan söz edilebilirdi. O zamanki oda arkadaşım aynı zamanda en yakın arkadaşlarımdan biriydi ve odamıza daha sonra, bize göre ‘Rahibe Johanna’nın zoruyla’, gelen bir arkadaşımıza odanın asıl sahipleri olarak üstünlük taslamıştık bazı konularda, kabul ediyorum. Hani ‘biz sana değil, sen bize uyacaksın’ gibi. Şimdi böyle anlatınca hatırlıyor insan… Bahsi geçen kızın oldukça travmatik bir aile öyküsü vardı ve aramızda en düşük sosyoekonomik düzeye o sahipti sanırım. Özellikle sosyal açıdan farklılıklara sahip olduğu için kimse pek anlaşamamıştı onunla. Fazla da kalmadı zaten. Sözün kısası bazı istisnai durumlar dışında çoğu zaman oldukça uyumlu bir gruptuk diyebilirim.
Soru: Yatılı okuldayken ailenizden veya çevrenizden uzak kalmanın size olumlu veya olumsuz ne gibi etkileri oldu?
Derya Oğuz: Ailemden uzak kalmanın mutlaka olumlu ve olumsuz etkileri olmuştur ancak birkaç olay dışında çok zorluk yaşamadım. Genelde birbirimize destek olmaya çalışırdık. Okulda ailemden uzak olduğum için en çok etkilendiğim şeylerden biri, beni uzun süre uykusuzluğa sürükleyen psikolojik taciz sayılabilecek bir olaydı. Aylarca uykusuz kaldım. Buna bir öğretmenim sebep olmuştu. Okuldan hastaneye vizite çıktığım bir gün, diş kliniğinde oturup sıramı beklerken okuldan bir öğretmenimi gördüm ve ayağa kalkıp selam vermeye çalıştım. “Otur, otur” diyerek hızlıca yanımdan geçip gitti. Okula döndüğümde devre komutanının beni çağırdığını söylediler. Gittim. Bana diş kliniğinde uygunsuz kişilerle görüldüğümü söyleyerek ceza vermek istedi. Açıkladım, yalan söylemediğimi düşünmüş olmalı ki durumu anlayışla karşıladı. Hastanede sivillerle ve diğer insanlarla iletişim kurmamız yasaktı. Ve beni hastanede gören öğretmenim, yanımdaki kişilerle sohbet ettiğimi söyleyerek beni şikâyet etmişti. Yanımdaki kişileri tanımıyordum bile. Yan yana oturuyor olmamız bile sorun olmuştu. Sonrasında söz konusu öğretmene kızmıştım ve derslerine girmemeye başladım. Bir bahane ile kaçıyordum her seferinde. Derslerdeki yokluğum dikkatini çekmiş olmalı ki benimle konuşmak istediğini belirterek birkaç kez haber gönderdi. Ben ise çok ilgilenmedim. Görev değişikliğiyle yeni gelmiş olan devre komutanıma gelişmeleri haber veriyordum. Yeni komutanımla iletişimim daha iyiydi. Gençti ve bizlerle daha yakından ilgileniyordu. Benim olanlara üzüldüğümü fark etti ve bana birkaç ders izin verdi. Nereye kadar kaçabilecektim bilmiyordum tabii. Bir gün harita odasından harita alırken söz konusu öğretmen, birden arkamda belirdi. İrkildim. Kendisiyle konuşmak istemiyordum ancak ısrar etti. Hastanedeki olaydan etkilendiğimin farkında olduğunu, yanlış anladığını söyledi. Barışalım diyerek elini uzattı. İyi hissetmediğim için iletişim kurmak istemiyordum ve bir yolunu bulup geçiştirmek, kaçmak istedim. Böyle olunca daha çok üstüme geldi ve dışarı çıkmama izin vermedi. Ben iyice korktum. Odadaki masanın etrafında adeta köşe kapmaca oynar gibiydik, kapıya ulaşmaya çalışıyordum. Ne tarafa hamle yapsam önüme geçiyordu. Konuşmakta ısrar ediyor, bir taraftan özür diliyordu. Bir anlık boşluktan faydalanıp kaçtım. Arkamdan “Korktun mu? Korktuysan bir bardak su iç. Gel sana kola ısmarlayayım” diye seslendi ve güldü. Bu olay beni çok huzursuz etti. Aylarca uyuyamadım. Hissettiğim şey büyük oranda kaygı ve tehlike idi. Ne yaşadığımdan asla emin olamadım. Sadece ailesinden ayrı yaşayan bir çocuk olarak güvenlik ve tehdit sınırlarımın zorlandığını biliyorum. Arkadaşlarımla ve komutanımla paylaştım. Ortada somut bir şey olmadığı için bir şey de yapamadım. Bir şey iddia etmek istemedim, etmedim de zaten. Sadece olduğu gibi anlattım. Belki söz konusu kişinin niyeti taciz etmek değildi. Bilmiyorum. Ama ben çok kötü hissetmiştim. Kimseyi suçlamak istemedim, bir taraftan da yaşadıklarım benim açımdan çok üzücüydü. Kişisel alanım ihlal edilmiş, korumasız ve sahipsiz hissetmiştim. Bir süre sonra farklı kişilerle yaşanan daha önemli olayların duyulmasıyla öğretmen başka bir okula geçti. Yaşananlar tekrar sorgulamaya açıldı. Büyük komutanlar tekrar ifadelerimizi aldılar. Neticede öğretmenin, en azından kimle nasıl iletişim kurması gerektiğini bilmediği ve öğrencileriyle sınırlarını oluşturmakta zorlandığı anlaşıldı. Bildiğim kadarıyla öğretmen, yanlış bir anlamaya mahal vermemek açısından farklı bir yerde görevlendirildi. İşte yatılı okullarda benzeri durumlarda sınırlarına saygı duyulmamış, sahipsiz ve yalnız hisseden öğrencilerin yaşadığı, baş etmesi gereken şeylerden sadece bir örnek bu. Bundan hareketle yatılı okullarda görev yapan insanların hassasiyetle seçilmesi bu noktada çok önem taşıyor. Belki de belli aşamalardan geçirilip bir tür ehliyet almaları gerekiyor. İlgilendikleri yaş grubunun psikolojik gelişimleriyle ilgili bilgi sahibi olmaları, aldıkları emanetin farkında olmaları gibi.
Meltem Kılıç: Benim durumumda olan bir insan için pek de olumsuz etkileri olmadı zira Viyana’da yalnızca babam ve abim vardı. Tüm ailem Türkiye’de olduğundan yatılı bir okulda kalsam da kalmasam da onlardan uzaktım. Abim özel gereksinimli bir birey olduğu için zaten aynı evde kalmıyorduk. Babamsa ‘işkolik’ bir insandı ki hâlâ öyledir kendisi. O nedenle evde olduğum zamanlarda onu fazla göremezdim. İş gereği sıklıkla şehir dışına da çıkması gerektiğinden bazen hafta sonları da yurtta kalmak daha çok işime gelirdi. Yurttaki en yakın arkadaşımın ailesi yurt dışında yaşadığı için hafta sonumu yurtta onunla geçirmekten büyük zevk alırdım. Bazen Rahibe Johanna da işlerini halletmek için dışarı çıkardı ve ‘ev bize kalırdı’. O zaman koca bir tencere soslu makarna hazırlar, yine ailesi yurt dışında olduğu için hafta sonları yurtta kalan Hintli bir arkadaşımızla birlikte Bollywood filmleri izlerdik. Öyle ki babam bazen arayı fazla açtığımda bana gönül koyar, bir ara eve uğramayı düşünüp düşünmediğimi soran mesajlar atardı. İnsan o yaşlarda daha çok arkadaşlarıyla olmak istiyor tabii. Sanırım yatılı okumanın bana hem aile sıcaklığını hissettirme açısından hem düzenli bir hayata sahip olma şansı sunma açısından hem de ödevlerimi yapmakla birlikte ders çalışmaya zorlanmam açısından (itiraf ediyorum o zamanlar oldukça tembel bir öğrenciydim) yalnızca olumlu etki ve katkıları oldu demem yanlış olmaz.
Soru: Böyle bir okulda eğitim görmek, karakteriniz ve hayat işleyişinizde sizce bir etkiye sahip oldu mu? Kendinizle ilgili kimi konuları yatılı okul deneyimleriniz ile ilişkilendiriyor musunuz?
Derya Oğuz: Mutlaka yatılı okulda eğitim görmenin hayatımda etkisi vardır. En azından farkında olduklarım var. Yaşadığım bazı deneyimlerin etkisiyle bir eğitimci olarak “iletişim” ve “güven” gibi bazı konulara oldukça kafa yoruyorum. Okullarda ve eğitimci kategorisindeki kişilerin öğrencilerle iletişiminde dikkatimi çeken önemli bir konu “güven” etrafında şekilleniyor. Günümüz eğitim kurumlarında gördüğüm kadarıyla öğrencilerle çok iyi iletişim kuran çok değerli öğretmenler var. Diğer taraftan bunun tam tersi bir durum kimi zaman söz konusu olabiliyor. Hükmü geçmiş bir eğitim anlayışını sürdürmek isteyenlere maalesef hala rastlıyoruz. Bunu kendi öğretmenlik deneyimlerimden ve çocuklarımın eğitim hayatında gördüğüm örneklerden yola çıkarak söylüyorum. Tabii bu biraz eğitimin hangi kademede gerçekleştiğine bağlı olarak değişebilir ve tartışılabilir. Gördüğüm olumsuz örneklerde öğrenci ile ilgili ön kabul, kendisine güvenilmeyen ve yalan söyleme potansiyeli olan biri olarak algılanması. Öğretmen ve öğrenci arasında sürekli bir mücadele var. Öğretmen, güvensiz bir yerden başlıyor ilişkiye. Bu durumda öğrencinin pek şansı kalmıyor. Bu konuyla ilgili olarak yatılı okulda yaşadığım ve insan ilişkilerindeki yaklaşımımı şekillendiren olaylardan birisinden söz etmek istiyorum. Zor bir adaptasyon süreci yaşadıktan sonra 1. sınıfın sonlarına doğru vücudumda birtakım rahatsızlıklar hissetmeye başlamıştım. Sağ tarafımda batma, idrar renginde koyulaşma vardı ve yürümekte zorlanıyordum. Bunu bizden sorumlu kişiye söylediğimde bana inanmadı ve birkaç gün içinde şikayetlerin geçebileceğini söyleyerek hiçbir şey yapmamayı tercih etti. Sanırım hafta sonu girdi araya. Şikayetlerim arttı ve acile götürüldüm. Yapılan tahlillerde ve muayenede hepatit geçirdiğim ortaya çıktı. Hastaneye yatışım yapıldı, aileme haber verildi. İhmal sebebiyle tedaviye geç başlanmış oldu. İlgili kişi ailemden özür diledi ancak bazen her zaman bir özürle çözemeyeceğimiz durumlar olabilir. Birinin size güvenmesi ya da güvenmemesi, sizin o ilişkiye duyduğunuz sorumluluğu ve saygıyı olumsuz etkileyebilir. Ben güvenmenin ve bir ilişkiye güvenle başlamanın daha kaliteli ilişkiler doğurduğunu önce annemle ilişkimde gördüm sonra da yatılı okulda yaşadıklarımla onayladım. Biz o ortamda elbette yaramazlıklar yaptık. Bazen bazı cezaları hak ettik ve sonuçlarına katlandık ancak bizim davranışlarımız biraz da yöneticilerimizin tepkileriyle şekilleniyordu sanki. Bizden sorumlu ilk devre komutanımız bizi sık sık azarlayan biriydi, bize güvenmeyen bir yerden yürüttü ilişkilerini. Dolayısıyla biz de ona karşı çok sıcak hissetmedik hiçbir zaman. Elbette bireysel anlamda yakınlık kurduğu kişiler vardır. Ancak bizi anlayan dinleyen diğer öğretmen ve komutanlarımıza karşı hep sorumluluk hissettik ve onları üzmemek için çaba sarf ettik. Eğitimde sanırım en önemli şeylerden biri, öğrencilerimizle güvene dayalı sağlam bir ilişki inşa etmeye ve bağ kurmaya çalışmak. Aileden ayrılıp var olduğunuz koşullarda yeni insanlarla ilişki kurmaya başladığınızda insanların sizin aileniz olmadığını fark ediyorsunuz. Her şeyi yeniden kurmanız gerekiyor. Daha önce ailenizle birlikte olduğunuzdaki kadar konforlu bir yerde değilsiniz artık. Bilmediğiniz tanımadığınız bir sürü insan. Her biri farklı yerlerden farklı kültürlerden gelmiş, herkes aynı olayı farklı algılayabiliyor ve farklı yorumlar yapabiliyor. Bunu normal okullarda da hissedebilirsiniz elbette ancak sonuçta birlikte geçirilen bir süreden sonra evinize dönüyorsunuz ve ailenizle geçirdiğiniz süre, güvenli alanınız ve onlarla ilişkinizin sürekliliği, dünya algınızı belli ve alışageldiğiniz bir yerde tutuyor. Okul arkadaşlarınız evin dışında kalıyor. Yatılı okulda ise aileniz yok, gece gündüz yeni insanlarla berabersiniz. Onlar aileniz oluyor artık. İşte o zaman toplum içinde yaşadığınızı ve ailenizden bağımsız kendi kimliğinizi geliştirmeye başladığınızı hissediyorsunuz. Bir taraftan kalabalık içindesiniz diğer taraftan yalnız olduğunuzu anlıyorsunuz. Adeta kendi göbeğinizi kendiniz kesmeniz gerekiyor. Normal sıralamada belki bu farkındalık üniversitede ya da iş hayatında başlıyor. Yatılı okul, bunu daha erken bir dönemde anlamanıza yol açıyor. Hayata erken karışıyorsunuz.
Yine “otorite” konusundaki hassasiyetimi yatılı okul deneyimlerime bağlıyorum. Okuldaki otorite figürleri beni çok etkilemiş olmalı ki bu konuyu çok önemsiyorum. Bugün baktığımda toplumda otorite anlayışının çok da gelişmiş olduğunu söyleyemem. Belki eskiye oranla fiziksel şiddet azalmış gibi görünebilir ancak okullarda ve çeşitli kurumlarda psikolojik ve duygusal şiddetin varlığını sürdürdüğünü görüyorum. Okullarda öğrenciler bir hata yaptığında onlara bağırarak psikolojik şiddet uygulamanın ve keyfî otorite uygulamanın normal kabul edilmesi inanılır gibi değil. Gençlerin bu konuda farkındalıklarının artması ve buna izin vermemeleri en büyük dileğim. Otorite figürleri ceza gerektiren herhangi bir durumda bağırmadan, güç gösterisi yapmadan sadece sakin bir biçimde gereken yaptırımı uygulasa insanlar üzerinde daha etkili olur kanaatindeyim. Herkes gücü yettiğine şiddet uyguladığı için bugün toplumun aldığı hal oldukça üzücü. Ayrıca “ceza” tartışmaya açık ayrı bir konu. Cezanın amacı nedir? Yapılan yanlış her ne ise ceza verildiğinde veya azarlandığında kişiyi düşündürüp yaptığının doğru olmadığına ikna ediyor mu? Çocuklar ve gençlerin ceza aldıktan sonra düşünüp ders aldıklarına inanmıyorum. Engellemeye çalıştığımız davranışlarla ilgili başka çözüm yolları düşünmeliyiz. Bilemiyorum ne yapalım. İyi bir iletişim kurmak, bağ kurmak, davranışın nedenlerinin anlamaya çalışmak gibi daha çok kök nedenleri anlamaya yönelik çözüm yollarından söz ediyorum. Esasında “Ne yapmayalım?” sorusunu öncelemek, yapmaya alışageldiğimiz şeyleri sorgulamak açısından bir başlangıç olabilir.
Meltem Kılıç: Ben her zaman çok sosyal bir çocuk olmuşum. Hatta annem ben küçükken kaçırılmamdan çok korkarmış. (Gülüyor) Kim çağırsa o kişinin yanına gider hemen sohbete başlarmışım. Ancak yurt dışına taşındıktan sonra hem dili bilmediğimden hem de bununla bağlantılı olarak pek arkadaşım olmadığından yalnız kalmış ve biraz içime kapanmıştım. Yatılı okumaya başladıktan sonra hızlıca özüme döndüm. Hem çok yakın arkadaşlar edindim hem de paylaşmayı öğrendim ki öncesinde paylaşmayı pek seven biri değildim. Bununla birlikte (ve bence en önemlisi) sorunlar hakkında konuşmayı, olaylara başkasının bakış açısıyla bakmayı öğrendim. Bana bunu öğreten kişi de Rahibe Johanna oldu. Ergenlik dönemimize denk gelen o zamanlarda onunla, yaptığımız yanlışlar üzerine konuşmak eziyet gibi gelirdi. Yanına gözlerimizi devire devire gider, oflaya puflaya çilemizin dolmasını beklerdik. O konuşmaların ne kadar değerli olduğunu ve bana neler kattığını yetişkinliğe adım attığımda daha iyi anladım. O her seferinde ısrarla bizi dinlemek, anlamak istedi. Şimdi de ben yakınlarımla ve dostlarımla bu ve buna benzer konuşmalara çok önem veriyorum. Umarım ben de Rahibe Johanna gibi onların her zaman yanlarında ve arkalarında olduğumu hissettirebiliyorumdur.
Soru: Yatılı okul fiziksel bağlamda kişi sayısının fazla olduğu bir ortamdır ancak buna rağmen kendinizi yalnız hissettiğiniz durumlar olur muydu? Bu tür okullar kişiler tarafından sizce deneyimlenerek görülmeli mi? Avantaj ve dezavantajları hayat içerisinde neler olabilir?
Derya Oğuz: Yatılı okulda daha önce anlattığım gibi birkaç kez kendimi yalnız hissettim. Yatılı okulu deneyimlemek konusuna gelince çok görece bir durum. Herkeste nasıl bir etki yaratacağını bilmediğimden herkesin deneyimlemesi gerekir diyemiyorum. Öte yandan bunun sağlıklı olup olmadığı konusunda kesin bir yargım yok. Bazı insanların hayatında yatılı okul, çok olumsuz sonuçlara sebep olmuş olabilir. Bir yanlış başka bir yanlışı getirebilir. Yanlış kararlar, kötü deneyimler gibi birbirini tetikleyen durumlar gelişebilir. Yatılı okul, bir insandan çok şey götürebilir ya da bir insana çok şey kazandırabilir. Demek istediğim, yatılı okulun herkeste farklı etkileri olabileceği. Tıpkı hayat gibi. Ben kişisel olarak kendi deneyimimi anlatıyorum ve yatılı okulun dezavantajlarına odaklanmak istemiyorum. Daha çok bana getirdiklerini hissediyorum yaşamımda. Buradan bakmayı tercih ediyorum diyelim.
Meltem Kılıç: Elbette kendimi yalnız ve çaresiz hissettiğim anlar oldu ancak dediğiniz gibi, kalabalık bir ortamda bu duyguları ancak kısa süreli yaşama fırsatınız oluyor. Nereye gitseniz 5 dakika sonra içeri biri dalıyor, size bir şeyler anlatıyor ya da sizi çekip başka bir odaya götürüyor. Yalnız kaldığında bunalıma girmeye meyilli insanlar için birebir bir kuruluş anlayacağınız. (Gülüyor) Ben geriye dönüp baktığımda aklıma, yalnızlık çektiğim anlardan çok yaptığımız çılgınlıklar geliyor ve her daim gülümsüyorum. Yine olsa yine her bir anını tekrar yaşamak isterdim. Ancak şüphesiz herkesin deneyimi farklıdır, mutlaka çokça olumsuzluklar yaşamış insanlar da vardır çevremizde (örneğin babam). O nedenle yatılı okullar ‘çok iyidir, çok güzeldir’ diye bir genelle yapmam söz konusu olamaz. Bunlar tamamen benim edindiğim tecrübeler. O kalabalığa uyum sağlayamayan biri için yatılı okumak eziyete de dönüşebilir pek tabii.
Soru: Bu okuldaki çocuklar sizce kendilerini aileleri tarafından “terkedilmiş” hissediyorlar mıydı? Yoksa okulun onlar için iyi bir sosyalleşme ve başarıyı getirecek bir ortam olduğunu mu düşünüyorlardı?
Derya Oğuz: Benim etrafımdaki örneklerde bir terk edilmişlik duygusu hâkim değildi. Ancak bu, okula, yaşa, aileye göre değişkenlik gösterebilecek bir konu. Biz daha çok bulunduğumuz ortamda sosyalleşmeye ve mutlu olmaya çalışıyorduk. O şartlarda ne kadar olunabilirse…
Adaptasyon süreci zor olsa da içinde bulunduğumuz durumu deneyimlememiz gerekiyordu ve bunu elimizden geldiği kadar avantaja dönüştürmeye çalıştık diyebilirim.
Meltem Kılıç: Zor bir soru… Arkadaşlarımın arasında ‘terkedilmiş’ hissedenlerden ziyade hakikaten ‘terkedilmiş’ ve ailesi tarafından istenmeyen kızlar vardı. Dediğim gibi, benim kaldığım yurtta kalan kızların hepsi ya ailevi sorunlar nedeniyle ya da farklı sebeplerden dolayı orada ‘kalmak zorunda’ olan insanlardı. Sosyalleşme ya da başarıya giden bir yolda ilerleme, orada bulunma nedenlerimizin başında gelmiyordu.
Soru: Yatılı okulda hiç aklınızdan çıkaramadığınız, sizin için çok önemli olan bir anınız oldu mu?
Derya Oğuz: Anlatabileceğim çok daha fazla şey var aslında ancak en çok iz bırakanları seçmeye çalışıyorum. Bana anlatma fırsatı verdiğiniz için ayrıca teşekkür ediyorum. Terapi gibi geldi bana yaşadıklarımı anlatmak. Birkaç anı var hiç unutamadığım. Okulda parfüm, deodorant, saç spreyi türünden ürünleri bulundurmak yasaktı. Bir gün arama yapıldı ve benim çantamdan saç jölesi çıktı. Devremizden sorumlu devre komutanı statüsündeki kişi jöleyi aldı ve bir şey söylemeden gitti. Tabii ki çok tedirgin oldum ve sonucunda ne olacağını bilememenin verdiği gerginlikle beklemeye başladım. Ne ceza alacağım konusunda arkadaşlarımla iddiaya girdik, aramızda espriler yaparak ve olaya mizah katarak gerginliğimizi azaltmaya çalıştık. Bazen her şeye gülerdik. Hatta bazen abartarak tepki verirdik. Bu yolla yaşadığımız zorluklarla baş etmeye çalıştığımızı bugün anlıyorum. Ertesi gün oldu. Her sabah içtima adı verilen yoklama töreni yapılırdı ve sonrasında biz derslerimize geçerdik. İçtimada bütün devreler kendilerine ayrılan yerde takımlar ve onu oluşturan mangalarla kare biçiminde ortada bir boşluk bırakarak dizilirdi. Komutan ise kareyi tamamlayan bölümde dururdu. 10-12 kişiden oluşan birkaç manga bir takım oluştururdu. Her takım kendi yoklamasını alıp komutana tekmil verirdi. Sabah içtimada devre komutanı okulun ne kadar önemli bir yer olduğundan söz etti ve bizlerin buna uygun davranması gerektiği konusunda güzel bir nutuk attı. Yasaklardan ve aramada yakalanan şeylerden bahsettikten sonra benim adımı zikretti. Adımı duyduğumda bir taraftan gergin bekleyişimin zirve noktasında olduğumu hissederken diğer taraftan zihnimde başıma gelecekler konusunda tahminler uçuşmaya başlamıştı. Arkadaşlarımla göz göze gelip gülmemeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Bulunduğum mangadan uygun adımlarla çıkıp komutana doğru yürüdüm. Başımla selam verip önünde durdum. Esas duruşta, ellerim iki yanımda komutana doğru boş bir noktaya bakıyordum. Gözlerimi sabitledim ve başıma gelecekleri beklemeye başladım. Komutan, cebinden çantamda bulduğu jöleyi çıkarıp elinde sallamaya başladı. Bir taraftan da “Jöleyi ne yapacaksın sen?” diye soruyordu. Sonra jölenin kapağını açtı ve bana doğru yaklaştı. “Al bakalım jöle, bundan sonra uzunca bir süre jöle kullanmana gerek kalmaz” diyerek bütün jöleyi kafama boşaltmaya başladı. Elindeki jöle tüpünün tamamını başımın üstüne daireler çizerek boşaltıyordu. Bunu söylerken çok sinirlendiğini ve nefes alışverişinin değiştiğini hissedebiliyordum. Saçımın tepesinde bir öbek jöle ile esas duruşta kalakalmıştım öylece. Neyse ki jöle küçük boydu. Başımın tepesinde soğuk jölenin verdiği serinleme hissiyle hatırladığım tek şey, utanmak ile rahatlama arasında gidip gelen duygularım. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Aklımda arkadaşlarımla bunu nasıl bir malzeme haline getireceğime ilişkin sahneler canlandı hemen; ama dikkatimi komutana vermeye ve olayı soğukkanlılıkla karşılamaya çalışıyordum. Tepki vermedim. “Geç yerine” dedi sinirden kıpkırmızı olmuştu. Yürümeye başladım. Elim hemen başıma gitti. Bendeki de ne cesaret. Elimle jöleyi öbek biçiminde alıp avucum içinde tutmaya çalışarak yerime geçtim. Parmaklarımın arasında yere sızan jöle ile içtimaya kaldığımız yerden devam ettik. Mangada gülme krizi çıkmaması için gayret gösteriyorduk. Ne de olsa daha büyük bir cezayla karşı karşıya gelmek söz konusuydu. Sonrasında dersliklerimize geçtik ve kahkahalarla güne devam ettik. Yaşadığım şey, bir genç kızın onca insan arasında rezil edilmesi gibi görünse de ben bunu hep gülerek hatırlıyorum. Devrelerimle bir araya geldiğimizde olayı anlatıp her seferinde yeniden yaşamışız gibi heyecanlanıyoruz. Hiçbir zaman okulda yasak olmasına rağmen jöle kullanmanın suç olduğunu düşünmedim. Yine kullanmaya devam ettim ancak daha iyi saklama yöntemleri geliştirmiş olabilirim. Aslında bir genç kızda travma yaratacak bir olay, arkadaşlıklarımızın ve birlik duygumuzun etkisiyle hafifçe atlatılmış gibi görünüyor. Günümüzde akran zorbalığının gençler üzerinde oluşturduğu baskı düşünülürse, akranlara bolca malzeme verecek bir olay. Ancak dört yıllık süreçte bolca buna benzer saçmalık yaşadığımızdan biz birbirimize kardeşçe sarılmayı ve mizahla olayların travma etkisinden kurtulmaya çalışmayı tercih ettik.
Bugün bana bunu yapan kişiyle karşı karşıya gelsek büyük ihtimalle yanlış olduğunu kabul edecektir. Benim jöle bulundurmamın bir suç olması neticesinde onun da komutan olarak bu suça bir ceza vermesi gerekliliği doğuyordu. Bunu nasıl yapacağı ise kendisine bağlıydı. Ortamın askerî bir hiyerarşinin etkisinde olması, büyük ihtimalle o kişinin alacağı kararları etkiliyordu. Elbette vereceği tepki ve ceza, ayrıca o kişinin otorite figürü olarak otoriteye yaklaşımının bir senteziydi.
Son olarak bahsetmek istediğim bir anım daha var. Okula ilk geldiğimde saçlarım omuzlarımın hizasındaydı. Hiç unutmam, ilk günlerdi, saç kesimi yapılacağı söylendi. Apar topar indik aşağıya. Okulun berberi “E…..”, elinde bir makas bekliyordu. Sırayla oturduk berber koltuğuna. Tıraşlarımız çok uzun sürmedi zaten. Saçlarımız adeta asker tıraşına yakın şekilde kırpıldı. Aynaya bakmaktan çekindiğimi hatırlıyorum. Birbirimize güldük yine çaresiz. Başka seçeneğimiz yoktu. Çok trajikomikti berber tıraşlarımız. Tıraş deyince aklıma yönetmenliğini Ferit Karahan’ın yaptığı “Okul Tıraşı” adlı film geldi. Film, yatılı okullardaki baskı ve disiplininin çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini konu alıyor. 71. Berlin Film Festivali’nde FIPRESCI Ödülü’ne layık görülen “Okul Tıraşı”, 2021 Chicago Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü, 38. Fecr Film Festivali’nde En İyi Senaryo, 36. Valencia Film Festivali’nde En İyi Film ve Seyirci Ödülü, 28. Avrupa Film Festivali Palić’te En İyi Yönetmen ve son olarak 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödüllerine layık görüldü. Filmde yatılı okulda hasta olan arkadaşını doktora götürmeye çalışan Yusuf’un coğrafi koşullarla, okul yönetimi ve sistemle yaşadıkları sorgulanıyor. O küçücük yüreğiyle bir şeyler yapmaya çalışan Yusuf, şımarmaya hakkı olmayan, yaşından önce büyümek zorunda kalan bütün çocukların bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Bizde de durum böyleydi aslında. Neredeyse hepimiz yaşadığımız şartların zorluğunda büyüdük, büyümek zorunda kaldık. Olumsuzluklardan bu kadar söz edince insan bakıyor kendi içine başka nasıl etkileri var diye. Yatılı okulu sadece kötü bir yerden almak istemiyorum. Haksızlık olur. Belki de bir savunma mekanizması olarak durumu rasyonalize ediyorum ancak bana kattığı birçok şey var. Bunları da görmezden gelemem. O yaşta onca insanla beraber yaşamak ve adeta toplumun bir izdüşümünün içinde var olmak, insanı farkındalıklı olmaya mecbur kılıyor. Ayaklarının üstünde durmak, empati kurmak, dünyanın kendi algıladığından ibaret olmadığı anlamak, sorumluluk almak, insanları tanımak, niyet okumamak, hayatla baş etme stratejileri geliştirmek ve en önemlisi de birlik duygusu. Kan bağı olmayan kişilerle bir arada kardeşçe yaşayabilmek, bunu yıllarca sürdürebilmek ve kenetlenebilmek çok güzel bir duygu.
Meltem Kılıç: Küçük küçük onlarca hikâye vardır anlatılacak. Kimi komik, kimi hüzünlü, kimi utanç verici kimi de gizli. (Gülüyor) En masumlarından biri geldi şu an ilk anda aklıma… Daha önce oda arkadaşımın ayrıca en yakın arkadaşlarımdan biri olduğundan söz etmiştim. Yaz tatilinin başlamasından önceki son geceydi. Ertesi gün ben eve gidecek oradan da Türkiye’ye uçacaktım. Arkadaşım tutturdu ‘bu gece birlikte uyuyalım, iki ay görüşemeyeceğiz’ diye. Tek kişilik yatakta iki kişi uyuma fikri pek cazip gelmemişti ancak o yastığını ve yorganını toplayıp çoktan yanıma gelmişti bile. Sonra üzerine yıllarca güldüğümüz o cümleyi söylemişti bana bakarak ‘Bazen öyle derin bakıyorsun ki içinde boğulacak gibi oluyorum.’
Her neyse, durumu iyice dramatik bir hâle getirdikten sonra artık uyuyabiliriz diye düşündüm ve onu kendi yatağına gitmesi konusunda ikna etmeye çalıştım. Uzun süre direndi, sonra da yastığını ve yorganını yatağımın yanındaki halının üzerine serdi ve oraya yattı. ‘Seni çok özleyeceğim, o yüzden bu gece senden ayrılmam’ dedi. Şaka yapıyor sandım, orada öyle biraz yatar sonra da kalkıp yatağına geçer diye düşündüm. O sırada uyumuşum. Sabah bir de baktım ki hâlâ yerde yatıyor. Bastım yaygarayı, ‘delirdin mi sen’ diye bağırdım. O ise ‘Günaydın’ diyerek bana sarıldı. Hem çok üzüldüm hem çok mahcup oldum hem de çok duygulandım. Artık kendisiyle görüşmesek de sizin nezdinizde ona bu güzel arkadaşlığı için teşekkür etmek istiyorum… Onun arkadaşlığı yurtta başıma gelen en güzel şeylerden biriydi…
Röportajı hazırlayan: Semanur Ağca, Tuğçe Ören