Türk ve Dünya Sinemasında Yatılılık Olgusu

Nurcan Demir

Giriş

Günümüze değin yapılan birçok araştırmada elde edilen verilerle de ispatlanmış olduğu üzere eğitim ve öğretim hayatının bireylerin gelişiminde ve karakterlerinin oluşumunda önemli bir yere sahip olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Çocuklukta ve ilk gençlikte edinilen kazanımlar bireylerin geri kalan yaşamlarının yapı taşlarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda yatılı okuyan yani okulun ev, öğretmen ve idarecilerin ebeveyn olma hâlini tecrübe eden bireyler, örgün eğitimde öğrenim görenlere kıyasla çok daha farklı bir hayat tecrübesi yaşarlar. Bu farklılık bireylerin tüm hayatı boyunca bilinçaltı ve bilinçdışı süreçlerine etki eder ve yaşamlarının her kademesine yansır. Yatılı öğrenim gören gelişim çağındaki çocukları derinden etkileyen yatılılık kültürünü oluşturan birçok etmen bulunmaktadır. Yatılı okulların genellikle şehir merkezlerinden uzak, kırsal bölgelerde yer alan yalıtılmış konumları, eğitim ve öğretimi diğer örgün öğretimle eğitim yapan kurumlardan farklılaştıran müfredatları, katı disiplin kuralları ve cezai yaptırımları gibi temel kıstaslar bunlardan bazılarıdır. Yatılı okulların kuruluşundan günümüze kadar geçirdiği gelişim evresinde toplumsal, politik, ekonomik ve dinî etmenlerin kurumsal ve işleyiş olarak yapı üzerine olan etkileri ve bu kökenden doğan yatılılık kültürü okulun bulunduğu coğrafyaya, ait olduğu toplum ve kültüre bağlı olarak farklılıklar gösterse dahi temelde dikkat çekici bazı benzerlikler barındırmaktadır.

Tarihsel süreçte ele alındığı zaman yatılı okul kültürünün dini eğitim verme amaçlı kurulan kurumlarla başladığı görülmektedir. 18. yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi ile eğitim öğretim farklı bir boyuta taşınmıştır çünkü Sanayi Devrimi ile birlikte babadan oğula aktarılacak iş kollarının sürekliliğini sağlayabilmek için donanımlı, vasıflı ve elit iş gücüne duyulan ihtiyaç artmıştır. Bu da okullaşmanın ve öğrenim görmenin daha önemli hâle gelmesine sebep olmuştur. Bu süreçte kurulan eğitim öğretim kurumları arasında yatılı okullar da bulunmaktadır. Yatılı okullarda verilen eğitim öğretim dinî kurallar çerçevesinde planlanmış ve öncelikli hedef olarak yüksek dinî ve ahlaki değerlere sahip, toplumsal kurallara uyan ve iktidarın gücüne karşı itaatkâr yetiştirilen erki, toplumda yüksek mevkilere getirmek ilke edinilmiştir. Bu okulların çoğunluğunu, öğrencilerini, toplumun gelir düzeyi yüksek burjuva ailelerinden seçen ve dinî ağırlıklı eğitim veren özel okullar oluşturmakta ve okul yerleşkeleri şehir merkezinden uzak kırsal bölgelerde yer almaktadır. Okullar konumları itibarıyla doğa sporları ve sportif etkinlikler için uygun ortamı sağlamakta, öğrencilerin fiziksel sağlığını ve gelişimini olumlu yönde etkileyecek olanaklar sunmaktadırlar ancak şehir merkezine olan uzaklıkları göz önünde bulundurulduğunda öğrenciler toplumdan, sosyal ve kültürel etkileşimden mahrum bırakılmaktadır. Bu okullarda öğrenim gören öğrencilerin, okul yönetimi ve öğretmenleri tarafından müfredat uyarınca belirlenen kültürel ve sportif etkinlikler haricinde herhangi bir aktiviteye katılımları kurallarla sınırlandırılmış olmakla beraber, okuyacakları kitap, gazete ve dergiler de sıkı bir denetim altındadır. Hatta güncel birçok kaynağın okul sınırlarına alınmasının kati suretle yasaklandığı görülmektedir. Bu sınırlandırma sadece sosyal ve kültürel etkileşimden ibaret değildir, öğrencilerin aileleriyle olan iletişimine de belirli düzenlemeler getirilmiştir. Bu düzenlemelerle çocuğun ve ailesinin sıklıkla görüşmesinin önüne geçilir, zamansal ve uzamsal mesafenin araya girmesiyle aile bağları gittikçe zayıflar.

Çoğu yüksek kalın duvarlarla çevrelenmiş, dışarıya açılan kapıları kilitli ve giriş çıkışları güvenlik elemanlarının gözetiminde olan bu kurumlarda öğrenim gören öğrenciler, çok erken yaşlardan itibaren anne babalarından, kardeşlerinden, evlerinden, odalarından, alışkın ve aşina oldukları birçok samimi ve sıcak ortamdan ayrılarak öğrenimlerine uzakta, yalnız devam etmektedirler. Gelişimin anne babaya en çok ihtiyaç duyulan dönemlerinden biri olan çocuklukta yaşanan bu ayrılığın ilk günlerindeki acıyı anlamlandırmak çocuk için zordur ve bunun üstesinden gelmek ancak kayıpların yerine yeni nesneler koyarak ya da o acıyı yok sayarak mümkün olmaktadır. Tam da bu noktada evin yerini okul, anne babanın yerini öğretmenler ve kardeşlerin yerini de arkadaşlar alır. Ev kurallarının yerine artık okul kuralları, oda kurallarının yerine yatakhane kuralları gelir. Baba figürü fiziksel olarak eksik olsa da, yatılılık kültüründe baba arketipinin temsil yöntemleri onun yokluğunu aratmayacak kadar güçlüdür. Kaçınılmaz olarak çiğnenen ve uyulmayan her kuralın cezai yaptırımları ve bu cezaların uygulayıcıları da baba otoritesinin yerini alır ki bu da yine okul yöneticileri, öğretmenler hatta zaman zaman üst sınıfta öğrenim gören öğrencilerdir. Tam da bu noktada, erkek yatılı okullarında anne figürü hem gerçekte uzaktadır hem de sembolik olarak anneyi hatırlatacak ve temsil edecek simge yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi anne oğul ilişkisi temelli bir yaklaşımla değerlendirildiğinde erkek çocuğun “erkek” gibi yetişmesi için çoğunlukla toplumda duygusal, uyumlu ve hassas karaktere sahip olduğu düşünülen anneden olabildiğince mahrum bırakılmak istenmesi olarak açıklanabilir. Ataerkil toplumlarda kadının yeri olarak ele alındığı zaman ise kadının, kadına ait özelliklerin ve anne arketipinin erkeğin düzeni içinde kırılganlık, bilinmezlik ve karmaşa olarak algılandığı ve kadının toplumda buna göre konumlandırıldığı göz önünde bulundurulduğunda, kadına ve kadını hatırlatacak temsil sistemlerinin en aza indirgendiği açıkça görülmektedir. Diğer taraftan kadın figürünün yer aldığı karma tip eğitimden de dinî bağlamda ve cinsellikle ilgili sorunlar göz önünde bulundurularak kaçınılmaktadır.

Yatılılık bağlamında birçok eski yerini yenisine bırakır, evin yerini okul, odanın yerini yatakhane, kardeşin yerini arkadaş alır mesela. Bu devir teslim sürecinde yeri hiç dolmayan tek şey anne ve babanın ilgi, şefkat ve sevgisidir. Onun yokluğunda gelişme çağındaki çocuğun hissettiği en yoğun duygu terk edilmişliktir. Çocuk içinde bulunduğu durumu kabullenmek, bu duruma mümkün olan en kısa zamanda alışmak zorunda olduğunu bilir, bu sebeple duygularını çoğu zaman dile getirmez çünkü duyguların dillendirilmesi onu daha çok üzer, yalnızlaştırır ve onun yaşadığı travmayı daha da ağırlaştırır. Bu koşullarda, çocuk için yaşadığı terk edilmişlik, çaresizlik ve yalnızlık duygusuyla baş etmenin en kestirme yolu; içe kapanma, acıyı yok sayma ve yeni düzene uyum sağlamak için yeni koşul ve kurallara sorgusuz sualsiz bir şekilde itaat etmektir.

Yatılı okulda öğrenim gören öğrencilerin kabullenmeleri ve içselleştirmeleri gereken en önemli olgulardan bir diğeri de mahremiyet duygusu, özel ve öznel alanların yitirilmesidir. Çocuk artık kendine has bireyselliğini kaybetmiş, bunun yerini kalabalıkların bir arada yaşadığı çoğulcu düzen almıştır çünkü yatılı okulların çoğunda koğuş sisteminde oluşturulmuş yatakhaneler, toplu hâlde yıkanılan banyolar ve karavanalarda getirilerin yemeklerin okulca yendiği yemekhaneler bulunur. Gelişim çağındaki çocuk hem gruplar hâlinde yaşanan ortamı benimsemek hem de kendi iç disiplinini geliştirerek toplu alanlarda yaşama kurallarını kabul etmek zorundadır. Gerek toplu yaşama kuralları gerekse okul kurallarını içselleştirmek ve bunlara uyum sağlamak için iç disiplinini geliştirmek, gelişim çağındaki çocuğu zorlayıcı süreçlerdir. Ancak kurumsal yapılanma bu sürecin zorluğuyla değil kurullara uyulup uyulmadığıyla daha çok ilgilidir. Bu sebeple çocuğun itaatkâr olmayan, olumsuz nitelenen ve onaylanmayan davranışları için yönetimin disiplin kuralları gereğince mutlaka ağır ya da hafif yaptırımlar uygulanır. Bunları; akranlar arasında öğrencilerin birbirlerine karşı sergiledikleri kimi zaman aşağılama kimi zamansa zorbalık derecesine varan ve şiddet içeren davranışlar, idare tarafından hem fiziksel şiddet hem de okulla ilişik kesme derecesinde ağır yaşanan yaptırımlar hem de aileye akseden durumlarda baba tarafından uygulanan yaptırımlar olarak örneklendirmek mümkündür.

Tam da bu noktada toplumsal hiyerarşinin görüldüğü en küçük birimlerden biri olan okullarda karşımıza çıkan yatılılık, otorite, denetim, düzen, suç ve ceza olgularının öteden beri insanları yönetmek için iktidarlarca dinî yaptırımlarla ataerkil yapı tarafından kullanılan işlevlerini müfredatlar ve okul kuralları adı altında baskıcı bir şekilde sürdürdükleri görülmektedir.

Toplumsal statükonun bekası için her anlamda elverişli ortamın oluşturulduğu yatılı okullarda, sistemin nasıl işlediğine ve bu işleyişin sebep olduğu mağduriyete çok açık bir şekilde tanık olmak mümkündür. Kurumsal varlıklarını farklı coğrafyalarda ve kültürlerde sürdürmelerine rağmen yatılı olarak öğrenim gören birçok öğrencinin anne-baba sevgisiyle, yuvasında sıcak bir aile ortamında hayatı özgürce tanıma, hayat içinde kendini keşfetme, kişiliğini kurma ve karakterini oturtma meşgalesinde olması gereken ergenlik dönemindeki bireylerin yaşadıkları çaresizlik ve terk edilmişlik duygusu ile mücadeleleri; ailelerine ve soyadlarına layık olmak için çabalarına ek olarak kati kurallarla sınırları belirlenmiş ortamda kimi zaman şiddete ve zorbalığa varan travmatik uygulamalara rağmen hayatta kalma savaşımları ortaktır.

Yatılılık Tanımı ve Yatılılık Kültürü

Yatılı Okul, örgün eğitim yapan okullardan farklı olarak öğrencilerin çoğunun ya da tamamının akademik takvimle belirlenmiş eğitimleri süresince okulun yerleşkesi içinde konaklayarak öğrenim gördükleri kurumlardır. İngilizcede yatılı okullar için kullanılan “boarding” terimi “lodging” ve “meals” yani “kalacak yer” ve “öğünler” kavramlarını da bünyesinde barındırmaktadır[1]. Türkçede ise “Yatılı” kelimesi “yatmak” fiilinden türeyen bir sıfattır. “Yatmak” fiili temel, yan ve mecaz anlamlarıyla ele alındığı zaman:

“Bir yere veya bir şeyin üzerine boylu boyunca uzanmak, /Uyumak veya dinlenmek için yatağa girmek, /Geceyi geçirmek üzere bir yerde kalmak, /Bir özellik kazanmak için bir şeyin içinde beklemek,/Belli bir süreyi cezaevinde geçirmek,/Ölü gömülmüş olmak,/ Cinsel ilişkide bulunmak, /Bir düşünceyi veya bir öneriyi benimsemek, razı olmak, /Bulunmak, var olmak, /Olumsuz veya başarısız bir sonuç almak.”[2]

anlamlarında kullanıldığı görülmektedir. Yatmak fiilinin tanımlarının çağrıştırdığı ortak olgular teslimiyet, edilgenlik, boyun eğme, huzur ve durağanlıktır. Bu kelimeler yatılılık kavramı odağında incelendiği zaman yatmak sözcüğünün aynı anda hem olumlu hem de olumsuz anlamlar barındırdığı görülür. “Yatılı” sözcüğü ise “geceleri de kalınıp yatılan (okul vb.), leyli” ve “geceleri de kalıp yatan (öğrenci, konuk), leyli” [3] anlamına gelmektedir. Yatılı sözcüğünün Arapça kökenli “leyli” yani “geceye özgü” “gececi” [4] kelimesi ile ilişkilendirilmesi yatılı öğrenim görmenin en ayırt edici özelliklerinden birinin geceleri evden uzakta, yatakhanede uyunmasına vurgu yapar niteliktedir. Dolayısıyla yatılı okul, bir nevi okulun ev olmuş hâli olarak nitelendirilebilir. Washington’da bulunan Yatılı Okullar Derneği’nin tanıtım sayfasında yatılı okullar için “geniş aileler” ifadesi kullanılmaktadır. Bu kavram yatılı okulun ev olma hâlinden çok daha geniş bir olgu içermektedir çünkü aile “evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik” ve “aynı soydan gelen ve aralarında akrabalık ilişkileri bulunan kimselerin tümü” olarak tanımlanmaktadır[5].

Okul ve aile arasında kurulan koşutluk okulun kurum kültürünün oluşmasında sadece konaklamanın değil yapı içindeki ilişkiler bütününün de birincil etken olduğunu göstermektedir çünkü okulun tüm paydaşları bu yapının (ailenin) bir parçası konumundadır. Öğrencilerin kendilerinden üst sınıflara “abi” ya da “abla” diye hitap etmeleri ve yatakhanelerde ve revirde görevli kadın personeller için “yatakhane annesi”, “hemşire anne” tabiri kullanmaları bu ilişki bağının göstergesi sayılabilir. Yatılı okullarda kurulan kardeşlik ilişkilerinin mezuniyet sonrasında da sürdüğü görülmektedir. Hayri Cem tarafından kaleme alınan ve Darüşşafakalılar’ın okul yıllarına dair anılarının toplandığı “İmkânsız Hayatlar” adlı eserde Halit Ziya Yılmayan, okula dair anılarını aktarırken sözlerine, “Darüşşafaka sevgisini dile getirmek mümkün değildir. Bizlere her şeyi veren, bizleri bir yerlere getiren Darüşşafaka’dır. Her Darüşşafakalı aynı anadan babadan dünyaya gelmiştir.”[6] diyerek başlar. Yılmayan’ın abilik kurumunu anlatırken kullandığı “aynı ana babadan doğmuş gibi” benzetmesi yatılı okul kültüründe yaşanan akran ilişkilerinin yakınlığını anlatan önemli bir örnektir. Yılmayan, açıklamalarını şu ifadelerle sürdürür: “Dünya Harbi’nden çıkmış bir Türkiye; nüfus azalmış, çocuklar orada müthiş kaynaşma oluyordu. O zamanlar okulda 300 talebeydik. Türkiye’nin her yerinden gelmiş birbirine bağlı büyük bir aile… Bana bazen harçlık gelirdi bir yerlerden, ben o parayı hiç kendim yemedim hep kardeşlerimle paylaşırdık.” [7]

Elbette yatılılık kültüründe bahsi geçen abilik, ablalık ya da öğrenci ve okul çalışanları arasındaki annelik ve babalık kavramları her kurum yapısında aynı çağrışımları yapmamaktadır, bu işteş ilişkilerin yapısı okulun kuruluş amacı ve misyonu odağında şekillenmektedir. Şöyle ki, askerî bir yatılı okulda yahut asimilasyon amacıyla kurulmuş bir yatılı okulda öğretmenlerin öğrencilerle anne-baba-çocuk yakınlığına dayanan bir ilişki kurması olası değildir çünkü bu tarz kurumların önceliği çocuğu disipline etmektir. Öğrenci açısından yatılılık kavramının içinde barındırdığı teslimiyet ve edilgenlik olgusu aileden ve sosyal çevreden yalıtılmış olma gerçeği de göz önünde bulundurulduğu zaman beraberinde güçlü bir yalnızlık ve çaresizlik duygu durumunu da getirmektedir. Yatılı öğrenim gören çocukların karakter gelişimleri, hayat tercihleri ve gelecek yaşamlarını oluşturan yapı taşları bu kültürde edindikleri tecrübeler ve kazanımlar doğrultusunda şekillenmektedir.

Yatılı öğretim yapan kurumların ilk kuruluşundan günümüze kadar olan yapılanmasında toplumsal, politik ve tarihsel süreçler okulların misyon ve vizyonu üzerinde etkin rol oynamaktadır. Dünyanın hemen her yerinde farklı vizyon, misyon ve müfredatlarla, farklı yaş gruplarına hitap eden yatılı eğitim-öğretim yapan kurumlar mevcuttur. Bu okullardan kimisi yalnızca erkek veya kız öğrencilerin öğrenim gördükleri kimisi de karma eğitim yapan okullardır. Kuruluş amaçlarına göre yatılı okullar askerî eğitim verenler, dinî eğitim verenler, üniversite hazırlık amacı güdenler ve yatılı bölge okulları gibi maddi yetersizliği olan ya da farklı imkânsızlıklar sebebiyle eğitime ulaşamayan çocukları desteklemek için kurulanlar olarak sınıflandırılabilir. Özellikle din olgusunun okulların müfredatları ve yönetim uygulamalarındaki yansımaları kurum kültürünü derinden etkilemektedir.

Türk ve Dünya Sinemasında Yatılılık Kültürü

İnsanı insana insanla yaşamın içinden gerçek kesitlerle anlatan bir sanat dalı olarak sinemada, gerek Türk gerekse de Dünya film tarihinde yatılı kurum kültürü birçok yapıta konu olmuş ve farklı bağlamlarda işlenmiştir. Yatılı okul kültürü denildiği zaman başyapıt addedilen yönetmenliğini ve yapımcılığını Ertem Eğilmez’in üstlendiği, Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı adlı ölümsüz eserinden uyarlanan 1974 yapımı Türk komedi filmi Hababam Sınıfı ve Amerikan sinemasından ise kurgusal olarak 1959’da, muhafazakar Vermont yatılı okulu olan Welton Academy’de geçen, öğrencilerine edebiyat öğreterek ilham veren bir İngilizce öğretmeninin hikâyesinin anlatıldığı Peter Weir yönetiminde 1989 yılında çekilmiş bir film olan ve en İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü‘nü kazanan, senaryo halinden N. H. Kleinbaum tarafından kaleme alınıp roman türüne de uyarlanan Ölü Ozanlar Derneği akla gelir. Yatılı okul kültürünü çoğunlukla coşku dolu arkadaşlıkların yaşandığı, yastık savaşları, okuldan kaçmalar ve yaramazlıklarla şenlenen bağlamından çıkarıp, trajik bir açıdan ele alan ve dramatik kurgusuyla dikkat çeken bir diğer eser ise yönetmenliğini Volker Schlöndorff’un üstlendiği 1966’da vizyona giren ve 1900’lü yılların Avusturya’sındaki dini ağırlıklı müfredatla eğitim veren bir yatılı okulda yaşananları konu alan Robert Musil’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış Genç Törless adlı yapıttır. Yatılılık odağında dikkat çeken bir diğer eser ise kendisi de yatılı bölge okulunda öğrenim görmüş olan Ferit Karahan’ın kamerasından beyaz perdeye yansıyanlardır, Karahan 2021 yapımı Okul Tıraşı adlı filminde yatılı okulların gerçeklerini tüm çıplaklığıyla eleştirel bir açıdan işlemiştir.

Ölü Ozanlar Derneği’ne konu olan Welton Akademi, mezun edeceği tüm öğrencileri üniversiteye hazırlayan bir kurum olduğu için akademik başarının birincil önem arz ettiği bir okuldur. Benzer şekilde Genç Törless’te öykülenen W’de bulunan yatılı okulun da öğrencileri dönemin ileri gelen ailelerinin çocuklarıdır ve bu okulda dinî ağırlıklı bir müfredat uygulanmaktadır; diğer taraftan Hababam Sınıfı’nda parasız ve paralı yatılı öğrencilerin bir arada öğrenim gördüğü genel bir lise yansıtılmaktadır, Okul Tıraşı adlı filme konu olan okul ise Türkiye’nin doğu kesiminde yer alan, öğrencilerini azınlıkların ve yoksul olarak nitelendirilebilecek gelir düzeyine sahip ailelerin çocuklarının eğitim gördüğü parasız yatılı bir bölge okuludur.

Ölü Ozanlar Derneği ve Genç Törless, çocukların aileleriyle ayrıldıkları günün yansıtıldığı okulun açılış sahnesiyle başlar. Yaşı küçük olanların belki de hayatlarında ilk kez ailelerinden ayrılırken, gözyaşlarının usul usul aktığı bu sahnede, çocuğunu okula bırakmaya gelen babalardan birinin gülümseyip “Burayı çok seveceksin,” dedikten sonra, bir diğer babanın oğlunu “çocukluk etme” diyerek azarlamasının ardından “yeni evine” götürülmek üzere büyüklere emanet edildiği, dolayısıyla küçükleri avutmanın abilere düştüğü bu ilk sahne yatılı okul kültürünün gerçekleriyle izleyicinin karşı karşıya kaldığı ilk andır.

Yatılılık geleneğinin öncül koşulu, çocuğun aile ve ev ortamından ayrılması gerekliliğidir. Evden ayrılma, ev hasreti ve yoksunluk duygusu çocuğa öğrenim yaşamı ve yetişkinlik dönemi boyunca eşlik eden etkin duygular arasındadır çünkü yatılılık bağlamında çocuk, anne, baba, kardeş ve aile yaşantısına dair tüm aidiyet ve alışkanlıklarını bir anda yitirir ve bu durum onun sonraki yaşamında bağlılık temelli ilişkiler kurma zorluğu, depresyon, kaygı bozukluğu, duyguları yansıtmakta zorluk, saplantılı durumlar, bağımlılık yatkınlığı ve ikili ilişkilerden kaçınma gibi psikolojik sorunlara yol açabilmektedir.[8]

Çocuğun eş zamanlı olarak aniden yaşadığı anne-baba, kardeş ve ev kaybı, beraberinde özlem ve kırılganlık duygusuyla birlikte değersizlik inancını da getirmektedir çünkü yatılı okula gönderilen çocukların en yoğun hissettikleri duygu terk edilmişliktir. Çocuk, kendisine sağlanan tüm olanakların farkında olmakla birlikle “madem ailem beni seviyordu, o zaman neden beni evden gönderdiler?” sorusuna cevap bulmakta zorlanır çünkü ailenin kimi zaman büyük fedakârlıkla sağladığı ve okulun sunduğu tüm imkânlara rağmen çocuğun yerine koyamadığı duygu anne, baba ve kardeş sevgisidir. Dolayısıyla “senin iyiliğin için” ve “iyi bir geleceğin olması için” cevapları çocuğun yalıtılmışlık duygusu içinde mantık çerçevesinde çözümleyebilmesine rağmen içselleştirebildiği olgular değildir. Okul Tıraşı filminde fırtınalı bir gecede yatakhanede Yusuf ve Memo arasında geçen: “Yusuf içeri kara ağaçlar giriyor.”, “Sen uyursan kara ağaçlar da uyur.” konuşmasındaki kadar gerçektir çocuğun yatakhanede yaşadığı yalnızlık, korku ve çaresizlik ve Ferih Karahan’ın da belirttiği gibi film aslında korku ve korku iklimini anlatmaktadır. Mesela öğretmen, battaniye içi odaya girip baktığında dövmez ama dövme hissiyatını hissetmek de, en az ona maruz kalmak kadar kötüdür.

Diğer taraftan çocuğun baş etmek zorunda olduğu diğer durum ise, okulun iyi bir şey olduğu ancak onu sevemediği ve orada mutsuz olduğu için sorunun kendisinden kaynaklandığını düşünmesidir. Buna rağmen yitirme ve terk edilme duygusunun ağırlığı altında hâla ailesini memnun etmeye çalışan çocuk, onların fiziksel yokluğuna ek olarak bir de sevgilerini kaybetme riskini göze alamaz. Bu yüzden ailesine ne kadar ihtiyaç duyduğunu ifade edemeyerek, baskılamak zorunda kalır. Çocuğun erken yaşta tecrübe ettiği bu ikircikli durum ilerleyen yaşlarında duyguları yansıtmada ve kendini ifadede güçlük çekme gibi sorunlara sebep olabilmektedir.

Çocuk yatılı öğrenim gördüğü süre içerisinde sadece ailesine karşı değil arkadaşlarına karşı da içsel duygularını saklamayı öğrenir çünkü sıla hasreti ve aile özlemi tüm çocukların kesiştiği bu yüzden de konuşmaktan sakındıkları ortak noktadır. Dolayısıyla yatılılar bu konuda konuşmak, ağlamak ve duygularını dile getirmekten kaçınırlar, içlerinde ağlayan birisi olursa ya ondan kaçarlar ya da onunla dalga geçme eğilimine girerler çünkü acıtan duygularla yüzleşmek daha ağrılı sonuçlar doğurur, bu yüzden yaşanan duygu durum karmaşası ile baş etmenin en iyi yolu duygularını reddetmek ve de özleyip de yerine koyamadığı her türlü duygu ve nesneyi yok saymaktır.[9]

Yapılan bazı araştırmalar okulda geçirilen zamanın, disiplin ve denetimin yoğunluğundan kaynaklanan sebeplerle yatılı öğrencilerin gündüzlü öğrencilere kıyasla akademik anlamda daha başarılı olduklarını, erken yaşlardan itibaren ailesel bağımlılıktan sıyrılıp bağlılık temelli ilişkiler kurmayı başardıkları için hayatta daha özgüvenli bir duruş sergilediklerini, bağımsız hareket edebilme kabiliyetlerinin daha yüksek olduğunu ve kariyer basamaklarını daha hızlı ve emin adımlarla çıktıklarını göstermektedir; diğer taraftan farklı araştırmalar ise yatılı okul deneyiminin, yoğun psikosomatik hastalıkların görülmesi, kardeş bağlarının zayıflaması, aile ilişkilerinin bozulması, yoğun ev hasretinin sebep olduğu fiziksel ve ruhsal rahatsızlıkların görülmesi ya da aile tarafından istenmeme, terk edilme duygularının yaşanması sebebiyle birçok olumsuz sonuca sebep olduğunu göstermektedir.[10]

Yatılı okullarda toplumun farklı kültürlerinden ve sınıflarından çocuklar bir arada bulunmaktadır. Genç Törless ve Ölü Ozanlar Derneği’nde işlenen toplumun üst düzey ailelerinden seçen yatılı okullardan farklı olarak, Hababam Sınıfı ve Okul Tıraşı parasız yatılılık gerçeğinden yola çıkarak toplumdaki sınıfsal farklılığa ve düşük gelirli ailelerin yaşadıkları ekonomik sıkıntı ve yokluğu mercek altına almakta ve bu konuya vurgu yapmaktadır.

Ancak farklı kültürlerden, dinlerden ve ekonomik sınıflardan geliyor olmalarına rağmen betimlenen ve sözü geçen okullarda öğrenim gören karakterlerin durdukları ortak nokta, değişik kaygılarla da olsa, mevcut otorite içinde varoluşlarına ifade ve anlam bulma çabası olarak yansımaktadır. Çünkü filmlerin tamamında işlenen eğitim sistemi içe bakış körlüğü oluşturma, kendini keşfetme ve gerçekleştirmeyi engellemeyi hedefleyen bastırma üzerine kurgulanmıştır. Bu sebepledir ki; özellikle düşüncelerin ifadesi söz konusu olduğunda uygulanan disiplin cezalarında eğitim sisteminin tehditkâr yapısı ve savunma mekanizmasındaki sertlik benzerlikler barındırmaktadır.

Yapıtlarda farklı müfredatla eğitim yapan okullarda öğrencilerle paylaşılan bilgi sınırlandırılmıştır. Öğrencilerin okula dışardan yazılı basın getirmesi ve okul sınırları içerisinde radyo gibi kitle iletişim araçları kullanmaları yasaktır. Tam da bu noktada Foucault, bilgiyi iktidarın ürettiğini, iktidar ve bilginin birbirlerini doğrudan içerdiklerini, bağlantılı bir bilgi alanı oluşturmadan iktidar ilişkisi olamayacağını ne de iktidar ilişkilerini varsaymayan ve oluşturmayan bir bilginin ve bilgi alanının olamayacağını kabul etmek gerektiğini söyler ve bilginin ancak iktidar ilişkilerinin askıya alındığı yerde olacağını ve bilginin ancak onun emirlerinin, taleplerinin ve çıkarlarının dışında gelişebileceğini öne sürer[11]. Bu bağlamda değerlendirildiğinde öğrencilerin bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı süreçlerinin iktidarın gücüyle denetlenip, gözetlenmekte ve şekillendirilmekte olduğu aşikârdır.

Bahsi geçen filmlerde kurgulanan okulların otokratik yapısıyla, okulda disiplin ve işlerliği sağlayan kuralların, yaptırımların ve okul yöneticilerinin öğrenciler üzerinde kurdukları kontrol mekanizmalarının filmlerin konu edildiği dönemlerde hüküm süren iktidarların toplum üzerindeki yönetim anlayışıyla benzerlik göstermektedir. Örneğin, 1876-1883 yılları arasında Darüşşafaka Lisesi’nde öğrenim görmüş olan Ahmet Rasim anılarında “Emirler Defteri”nden bahseder ve bu deftere kurallara uymayanların adlarının yazıldığından bahseder. O dönemde Darüşşafaka’da uyulması gereken kurallar bütünü şöyledir:

“Eskiye, büyüğe saygı göstermekle yükümlüdür. Birinci sınıf efendisi mutlaka kendi üstünde olan sınıf efendilerine her rastlayışta selamlamaya, mubassıra, müdüre, hocalara karşı resmî temmayı yerine getirmeye zorunluydu. Yapmayanlar hemen rapor edilirdi. Müzakerehanelerde, dershanede, yattıktan sonra yatak koğuşlarında yerinden kalkmak, konuşmak, gezinmek, uygunsuz hal ve harekette bulunmak; yemekhaneden ekmek vesaire kaçırmak; bahçede ağaçlara el atmak, yemiş koparmak; cam kırmak; sınıf taburundan ayrılmak; geriye kalmak, ileride yürümek; başka bir efendinin dolabını karıştırmak, kalemini, kağıdını almak; üzerinde, dolabında çakı, kalemtıraş bulundurmak; izinden dönüşte mektebe kağıt, kalem, mürekkep dışında kitap, gazete, dergi, öteberi taşımak son derece yasaktı. Urbaları hor kullanmak, yırtmak, lekelemek, söküklerini yatarken terziye verip diktirmemek, teneffüslerde gürültülü oyunlar oynamak da cezayı gerektirirdi.”[12]

Yine Darüşşafaka Lisesi’nde 1883-1891 yılları arasında yatılı olarak öğrenim görmüş Ömer Faruk Numanzade’nin anılarında ise uygulanan cezai yaptırımlarda fiziksel şiddet ve hapis cezası olduğu görülür. Numanzade, “Müdüre karşı çıkan bir talebeye bu kadar eziyet edilirse bir nazırın veya padişahın karşısında duran inkılap kahramanlarına yapılan işkence nasıldır?” diye sorar. Numanzade 1937 yılı Temmuz’unda “devrim düşmanlığı” sebebi ile tutuklanmış, pek çok işkenceye maruz kaldıktan sonra aynı yıl içerisinde kurşuna dizilmiştir.[13] Numanzade, Darüşşafaka anılarında öğrencilerin idareye karşı başlatmış oldukları isyan sonucunda uygulanan cezai yaptırımları şu şekilde anlatır:

“Bu küçük mektep isyanını bastırmak tahkik ve asileri cezalandırmak için mektepte bir soruşturma heyeti kuruldu. Bu isyana asıl mektep idaresi sebep olduğu halde o temize çıktı, top talebelerin, güçsüzlerin başında patladı. 7. ve 8. sınıfın bir çok talebesi suçlu sayılarak her birine 40-50 sopa vuruldu, her biri iki üç ay hücreye atıldı. Dayaktan sonra yarım saat kadar yerimden kalkamadım. Kalktıktan sonra dosdoğru hücreye gönderildim. Hücreler mektepte tuvaletlerin yanına yapılmış küçük bölmelerden ibaretti. Bu hücrelerin her biri bir suçluya ayrılmıştı. Hücrenin yüksekliği adam boyunda, eni ve uzunluğu ancak bir adamın oturup ayaklarını uzatabileceği kadardı. Buralara döşek değil adi bir hasır bile serilmemişti. Buradakiler yemek nedir bilmez, kuru ekmeği bile doyuncaya kadar yiyemezlerdi. Kapının üzerinde su ve ekmek vermeye, hava almaya mahsus bir delik vardı. Işık denilen nesne hiç görünmezdi, gece ve gündüz aynıydı. Ben bir ay yatıp çıktıktan sonra ayakta duramıyor, yürüyemiyordum. İki ay kadar hastanede yattım. İki üç ay hücrede kalıp çıkan arkadaşları ise tanımak mümkün değildi. Çoğunun vücudu erimiş, kurumuştu”[14]

Ölü Ozanlar Derneği’ndeki öğrencilere uygulanan fiziksel şiddet ve okuldan atılma cezası ve Genç Törless’te suçlu öğrencilere hiçbir yaptırım uygulanmayıp istismara uğrayan öğrencinin okuldan uzaklaştırılması toplumlardaki suç, ceza ve adalet kavramlarının uygulanış yöntemlerine ilişkin kaynaklık etmektedir. Suça karşı uygulanan cezanın suçtan daha ağır olması, bir taraftan okullarda öğrenim gören tüm öğrencilere örnek teşkil edip muhtemel herhangi bir başkaldırı ya da disiplin sorununun ihtimal dâhilinde bile değilken önüne geçilmesi, diğer taraftan da bu yaptırımların toplumdaki yönetsel iktidarların gücünü sembolize etmesi bakımdan önemlidir. Tam da bu noktada adı geçen filmlerde güç kullanımının söz konusu olduğu durumlara koşut olarak bireyler üzerinden Napolyon Bonapart’a ve Hitler’e yapılan anıştırmalar dikkat çekicidir.

Eserlerde öğrenciler üzerinde kurulan denetimin kesiştiği bir başka husus da öğrencilerin sosyal toplumdan yalıtılması ve fiziksel hareketliliklerinin okul yerleşkesiyle sınırlandırılmasıdır. Welton Akademi ve W’de bulunan yatılı okul şehir merkezinden uzak kırsal bir kesimde konuşlandırılmıştır. Bu durumun aksine Hababam Sınıfı’na konu olan okul şehrin tüm olanaklarından faydalanabilmeye olanak tanıyan merkezî bir konuma haizdir ancak öğrencilerin okul sınırlarının dışına çıkmaları izin kâğıtlarıyla denetim altına alınmıştır dahası okulun yüksek duvarlarla çevrelenen bahçe kapısını tutan bir de bekçi görev yapmaktadır. Filmlerde sürekli olarak yatakhanelerde ayaklarını sürüyerek dolaşan idareci ve öğretmenlere, kilit altında tutulan kapılara, gözetleme deliklerine, av köpeklerine ve tırabzanlarda yankılanan sopa seslerine tanık olmak mümkündür. Yönetim uygulamalarındaki bu tutum okulların öğrencileri yalıtarak, kapatarak, denetleyerek ve cezalandırarak görev bilinci yüksek, itaatkâr, dindar, yasalara ve yaptırım organlarına saygılı vatandaş yetiştirme misyonunu açıklamaktadır. Foucault’a göre modern iktidar bunu gerçekleştirebilmek için, çocuğu okula, hastayı hastaneye, deliyi tımarhaneye, askeri kışlaya, suçluyu da hapishaneye kapatır. Ona göre akıl hastaneleri, hapishaneler, ıslahhaneler, gözetim altındaki eğitim kurumları ve bir bakıma hastaneler, genel olarak bütün bireysel denetim mercileri çifte bir tarz üzerinde iş görmektedir: İkili ayrım ve işaretleme (deli-deli değil; tehlikeli-zararsız; normal-anormal) tarzı; ve baskı altına alıcı ayırma, farklılaştırıcı dağıtım (kimdir, nerede olmalıdır, onu neyle belirlemeli, nasıl tanımalı; onun üzerinde sürekli bir gözetim bireysel olarak nasıl uygulanmalı) tarzı temelinde işlerlik sağlanmaktadır.[15]

Ölü Ozanlar Derneği ve Genç Törless adlı filmlerde yönetici ve öğretmenlerin denetimine ek olarak bahçedeki av köpekleri de öğrenciler için caydırıcı unsur olarak kullanılmaktadır. Filmlere konu olan tüm okullarda denetim ve otoritenin kaynağı gözetlemek ve gözetlenmek temellidir. Bu bağlamda okuldaki otoritenin en başındaki okul yönetimi görece denetim piramidinin bir üst basamağında yer alan müfettişler ve aileler tarafından; öğretmenler okul yönetimi tarafından; öğrenciler okul yönetimi, öğretmenler, diğer okul çalışanları ve jurnalci öğrenciler tarafından gözetlenmektedir. Tam da bu noktada Jeremy Benthon[16] tarafından 1785 yılında tasarlanmış ama inşa edilmemiş bir hapishane modeli olan Panoptikon kavramı “geneli gözetlemek” anlamında okullardaki uygularımın temelinde yatan ideolojiye açıklık kazandırmaktadır.

Foucault Panoptikon kavramını;

“Çevrede halka hâlinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını katetmektedir; bunların, biri içeri bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak tanıyan ikişer pencereleri vardır. Bu durumda merkezî kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir. Geriden gelen ışık sayesinde, çevre binadaki hücrelerin içine kapatılmış siluetleri olduğu gibi kavramak mümkündür. Ne kadar kafes varsa, o kadar küçük tiyatro vardır, bu tiyatrolarda her oyuncu tek başınadır, tamamen bireyselleştirilmiştir ve sürekli olarak görülebilir durumdadır.”[17]

ifadeleri ile tanımlar. Tanım Panoptikon kavramının etkisinin ve gücünün temelini oluşturan sistemi tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Böylece kapatılan kişi her kim olursa olsun onun üstünde iktidarın gücünü bilfiil hissettiren ve süreklilik arz eden bir gözetlenme bilinci yaratılmış olur.

Dolayısıyla mevzu bahis olan bir mahkûmsa iyi davranmaya, deliyse sakin olmaya, işçiyse çalışmaya, okul çocuğuysa düzenli olup kurallara uymaya, hasta ise kendine uygulanan tedavinin gereklerini yapmaya hiç güç kullanmadan mecbur bırakılmış olur. Bu gözlem mekanizması benzerlikler ve farklılıkların da belirlenmesinde ve ayrıştırılmasında da etkendir. Örneğin okul çocuğunun gelişimini kayıt altına almak, herhangi bir konudaki yatkınlıklarını belirlemek, sınıflandırmalar dahilinde kişilik özelliklerini tespit etmeye olanak sağlar. Aynı süreçler çalışanlar için de performans kontrolü ve işyerindeki verimi kıyaslamak için benzer şekilde işlemektedir.

Foucault, Panoptikon kavramının deneysel amaçlarla da kullanabileceğine şu ifadelerle dikkat çekmektedir:

“Panoptikon laboratuvar olma yanıyla pedagojik deneylere girişmek ve özel olarak bulunmuş çocukların kullanılması yoluyla, inziva halindeki eğitim sorununu yeniden ele almak; bunlar on altı veya on sekiz yaşlarına geldiklerinde, erkekler ve kızlar bir araya getirilerek ne olacağı görülecektir. Bu durumda herhangi bir kimsenin herhangi bir şeyi öğrenip öğrenemeyeceğinin sağlaması yapılabilecektir; “gözlenebilir her fikrin soy zinciri” izlenebilecektir; farklı çocuklar farklı düşünce sistemleri içinde eğitilebilecekler, bazıları iki kere ikinin dört etmediğine veya ayın bir peynir olduğuna inandırılacak, sonra bunların hepsi yirmi beş yaşlarına geldiklerinde bir araya getirilecektir; mememobu durumda bir sürü masrafa mal olan vaazlar veya konferanslardan daha değerli tartışmalar yapılacak, en azından metafizik alanda keşiflerde bulunma olanağına sahip olunacaktır.”[18]

Görüldüğü üzere Panoptikon gözetleme ve hâkimiyet işlevine ek olarak deneysel uygulamalara da olanak sağlayan bir sistemdir. Bu sistemde toplumsal statü zinciri içerisindeki yerine göre kişi hem gözetleyen hem de gözetlenen olabilmektedir. Örneğin bir öğretmen öğrencilerini gözlemlerken aynı zamanda kendisi de amiri tarafından gözetlenmekte, amir ise bir üst kurumun müdürü tarafından izlenmektedir. Görülen miyiz, gören miyiz sorunsalında sempatilerin dönüştürücü öğeler olduğunu belirten Foucault, sempatinin aynılık özelliğinden yola çıkarak onun daha güçlü ve ısrarlı özelliğini ön plana çıkarır çünkü ona göre sempati benzerin biçimlerinden biri olmakla yetinmemektedir. Özümleme, şeyleri birbirine özdeş kılma, onları karıştırma, bireyselliklerini kaybettirme gibi tehlikeli bir güce sahiptir bundaki amaç varlıkları oldukları şeye yabancı kılmaktır. Bu bağlamda benzerlik tarihi yaratılmaya çalışılmaktadır çünkü klasik düşünceyi, kelimeleri, sınıflandırmaları, alışverişleri kuran ve meşru kılan benzerlik ve eşdeğerlik ilişkileridir. Dolayısıyla farklılıkların bulanık, belirsiz, çehresi olmayan tabanı üzerinde başkanın tarihi olarak da nitelendirilebilecek deliliğin tarihinden söz etmek mümkündür. Bu sayede bir kültür için hem iç hem de yabancı olan, olası bir iç tehlikenin önüne geçmek için dışlanır, onun başkalığını indirgemek ve düzenin tarihini oluşturmak farklının kapatılması koşuluna bağlıdır.[19] Böylece bireylerin özel hayatlarını da kapsayacak şekilde toplumsal hayatta huzuru ve işleyişi bozma eğiliminde olan her durum karşısında iktidar her yerde kendi varlığını mevcut hissettirmekte ve görünür kılmaktadır.

Denetim kurma ve kapatma bağlamında ister yazınsal ister görsel olsun verilen tüm eserlerde hapishane ve askerî literatüre ait olan kelimelerin sıklıkla yinelenmesi önem arz etmektedir. Bunlardan en sık kullanılanlar arasında volta atmak, göz hapsinde tutmak, idama götürülen mahkûm gibi görünmek, darağacına çıkan biri gibi hissetmek, işitme ve görme menzilinin dışına çıkmak, ıslah etmek kalıpları gelmektedir. Diğer taraftan öğrenciler, görünürde farklı sebeplerle de olsa temelde kendilerini gerçekleştirmek, yaşayışlarını ve varoluşlarını anlamlı hâle getirmek, kendilerini güvende ve değerli hissetmek gibi gerekçelerle sürekli okuldan kaçma eğilimindedirler. Bununla birlikte okul yönetimine karşı öğrenciler tarafından yapılan bilinçli bir başkaldırı söz konusudur. Filmlerin tamamında itaatsizlik ve başkaldırı olarak nitelendirilen davranışlar ya onur kırıcı fiziksel yaptırımlarla ya da okuldan atılmayı da içeren ciddi disiplin cezalarıyla sonuçlanır.

Filmlerde işlenen yatılılık kültürüne dair öne çıkan bir diğer husus ise yatakhane yaşantısı ve mahremiyet kavramıdır. Yatakhane nöbetçileri tarafından sürekli izlenen, ışıkların belirli saatlerde söndüğü ve okul saatlerinde kilit altında tutulan yatakhanelerde öğrenciler birlikte uyumakta, banyo ve tuvaletleri ortak kullanmakta ve birlikte giyinip soyunmaktadırlar. Yatakhanede barınmak ve sürekli insanlarla aynı alanları paylaşmak durumunda olan yatılılar açısından değerlendirildiğinde yatılılık kültürü kendi özerk alanlarını yaratmaya ve benlik sınırlarını oluşturmaya çalışan on üç, on sekiz yaşlar arasındaki ergen bireylerin kişilik gelişimini olumsuz etkilediği aşikârdır. Bu sebepledir ki öğrenciler kendi özerk alanlarını yaratmak için yoğun bir çaba sarf etmektedirler. Genç Törless’te tavan arasında bulunan öğrencilerin kendi isteklerine göre dizayn ettikleri oda, Ölü Ozanlar Derneği’nde öğrencilerin geceleri okuldan kaçıp gittikleri Ölü Ozanlar Mağarası ve Hababam Sınıfı’nda öğrencilerin gün sonu değerlendirmeleri yapıp, planlarını kurguladıkları tuvalet araları ve Okul Tıraşı’nda öğrencilerin kazan dairesinde duş almaları bunlara örnek teşkil etmektedir.

Akranlar arası ilişkiler bağlamında özellikle Hababam Sınıfı, Okul Tıraşı ve Ölü Ozanlar Derneği’ndeki akranlar arası dayanışma ve paylaşım, kardeşlik temelli ilişkiler geliştirmiş olmaları dikkat çekicidir. Ölü Ozanlar Derneği’nde öğrencilerin kendilerini keşfetme ve aydınlanma süreçleri aralarındaki güven duygusuna dayanan bağlılık temelli ilişkiler odağında gelişip, şekillenirken; Hababam Sınıfı’nda Kel Mahmut özelinde, okul yönetimine karşı verilen mücadeleler çerçevesinde vuku bulur. Hababam Sınıfı’nda işlenen akran zorbalığı teması öğrencilerin yazısız kanunlarına uymayan her öğrenci için ama özellikle jurnalcilere karşı kimi zaman acımasız bir şekilde uygulanmaktadır. Ancak Hababam Sınıfı’nda bahsi geçen akran zorbalığı hiçbir zaman Genç Törless adlı eserde betimlendiği sadistik işkenceler gibi istismar derecesine ulaşmaz.

Genç Törless’te Basini karakteri üzerinden yansıtılan zorbalık, savaşlar ve ihtilaller döneminde yetişen erkek çocukların kendi dünyalarında da barışa yer vermemeleri ve bunu içlerinden en zayıf olana şiddet olarak yansıtmaları bakımından önem arz etmektedir. Akran zorbalığının varabileceği son noktayı Beineberg ve Reiting’in davranışlarında görmek mümkündür. Genç Törless’te yatakhane ortamında geceleri gerçekleşen, öğrencilerin birbirlerine karşı uyguladıkları sadizme kadar varan homoerotik işkencelerden yola çıkarak, süperegosu henüz oluşmamış gelişim çağındaki erkek bireylerin id’in egoya olan baskısıyla yaptıklarından haz duyan birer şiddet makinasine dönüşmesi ve kendilerini ancak bu şekilde gerçekleştirebilmeleri, doğurduğu hazin sonuçlar göz önüne alındığında dramatiktir.

Yapıtlarda öğretmen öğrenci temelli ilişkilerde, öğretmenlerin kuralları uygulayan yetkili olmalarından kaynaklanan sebeplerle genel olarak iletişim kopukluğu ve yabancılaşma öne çıkmaktadır. Genç Törless’te öğrencilerin öğretmenleriyle görüşmek için dahi randevu almaları ve Törless’in matematik öğretmeniyle kurduğu sonuçsuz diyalog haricinde disiplin kurulundaki ifade alma sahnesine kadar öğretmen karakterine kurumsal yapı içinde hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Ölü Ozanlar Derneği’nde ise Bay Keating’in okula gelişiyle yaşanan paradigma değişimine kadar öğrencilerin gündemi sınavlara çalışmak ve üniversiteye hazırlanmaktır. Eserde Bay Keating dışında öğrencilere isimleriyle hitap edilmemesi, öğrencilerin Bay Perry, Bay Norris gibi sadece aile adlarıyla çağrılıyor olması dikkat çekici bir diğer husustur. Hababam Sınıfı’nda ise diğer iki filmden farklı olarak parasız yatılı öğrenciler söz konusu olduğu için, öğrencilerin okul müdürü tarafından sınıfsal olarak ötekileştirilmesine ve öğrencilerin okul içinde müşteri olarak tanımlanmasına tanık olmak mümkündür. Öğrencilerin müdür yardımcısı ve tarih öğretmeni olan Mahmut Hoca ile yakınlaşmaları, onu da Hababam Sınıfı’nın bir üyesi olarak görmeleri ancak yönetimin sebep olduğu ortak mağduriyet sonrasında gerçekleşir. Okul Tıraşı filminde ise kışın ortasında çocuklara soğuk suyla yıkanma cezası veren, fiziksel şiddet uygulamaktan ve onur kırıcı davranışlarda bulunup, konuşmalar yapmaktan çekinmeyen bir öğretmen kitlesi çıkar izleyici karşısına.

Filmlerin tümünde ergenlik çağındaki bireylerin kendilerini gerçekleştirmek adına yaptıkları böylece okul kurallarına ve yönetimine başkaldırı niteliğindeki davranışların çoğunu gece saatlerinde vuku bulmaktadır. Bunun sebebi toplumun büyük kısmının uykuda olduğu, dolayısıyla ergen üzerinde baskı ve denetimin görece azaldığı bu zaman diliminin karakterlerin özgürlük alanlarını oluşturmasıdır.

Erkek yatılı okullarının resmedildiği filmlerde kadın figürünün yer aldığı karma tip eğitimden, dinî yasaklamalar ve olası cinsel sorunlar sebebiyle şiddetle kaçınılmaktadır. Ölü Ozanlar Derneği’nde okula kız öğrenci alınmasına dair okul dergisine yazan Charles’ın maruz kaldığı fiziksel ceza bu duruma örnek teşkil etmektedir. Yatılılık kültüründe yani okulun ev, öğretmen ve idarecilerin ebeveyn olduğu bir ortamda baba figürü fiziksel olarak bulunmuyor olsa da kurumsal yapılanmada baba arketipinin temsil yöntemleri onu güçlü yönleriyle var etmektedir. Yapıtlarda iktidarın gücüyle birleşen baba otoritesi uygulanan cezai yaptırımlarla yöneticilerin, öğretmenlerin ve hatta akranların şahsında ete kemiğe bürünüp bedenlenir. Okul Tıraşı adlı yapıtta kurallara uymayan öğrencilerin okul önünde saçlarının kazınması, Genç Törless’te okuldan uzaklaştırma ve atılmalar, Ölü Ozanlar Derneği’nde Neil’ı intihara götüren süreç ve Hababam Sınıfı’nda esprili bir şekilde işleniyor olsa da yemekten men cezaları bu duruma örnek teşkil etmektedir.

Sonuç olarak, Türk ve Dünya sinemasına adını altın harflerle yazdırmış kült filmler yatılılık kültürü bağlamında incelenmiştir. Her ne kadar eserlerin verildikleri coğrafyalar, toplumlar, kültürler ve tarihsel birikimler farklı olsa dahi, filmlerde yatılılık temelinden kaynaklanan birçok ortak yön bulmak mümkündür. Erken yaşta aileden kopmak, çoklu ortamlarda barınmanın sebep olduğu özel ve mahrem alanları yitirmek, dahası kapatılmış, yalıtılmış, gözetlenerek ve yaptırımlarla baskılanmış olmak yatılı öğrencilerin gelişimlerini ve psikolojik durumlarını olumsuz etkileyen ortak ögeler arasında yer almaktadır.

Adı geçen filmler çekildikleri dönemin sosyolojik, felsefi ve tarihsel süreçlerini artsüremli ve eşsüremli bir işteşlik içinde yatılılık bağlamında hem karakterler hem de kurumsal işleyiş içinde eleştirel açıdan ele almaktadırlar. Yapıtlarda yatılı kültür gerçeğinin toplumsal unsurlarla iç içe verilmesi, sinema sanatının toplumcu gerçekçi özelliğini ön plana çıkarırken, ana karakterlerin yaşları on üç ile on sekiz yaşları arasında ailelerinden ve sosyal toplumdan yalıtılmış gençler olması, filmlerin kimi zaman gülümseten olay örgüsüne ve karakterler arası diyaloglarına rağmen dramatik sunumuyla izleyicinin yatılılık kültürünü, yatılı okulda ergen olmayı ve yatılı öğrenim gören ergenlerin iç dünyaları ve psikolojileri, eğitim ve ceza sistemi üzerine düşünmesine ve bu olguları sorgulamasına sebep olmaktadır.

KAYNAKÇA

Bentham, J. (2016). Panoptikon – Gözün İktidarı çev. Zeynep Özarslan, Barış Çoban, 2. Baskı, Su Yayınları, İstanbul.

Cem, İ.H. (2010). İmkânsız Hayatlar: Darüşşafakalıların Anıları, Kalkedon Yayınları, İstanbul.

Duffel, N. (2004). The Making Of Them, Lone Arrow Press, London.

Foucault, M. (2017). Deliliğin Tarihi, 7. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.

Foucault, M. (2006). Kelimeler ve Şeyler, 3. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.

Foucault, M. (2019). Hapishanenin Doğuşu, 8. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.

Macmillan English Dictionary (2006). Macmillan Publishers, Oxford.

Schaverien, J. (2004). “Boarding School: The Trauma of The Privileged Child”, Journal of Analytical Psychology. sayı. 49. s. 630-705.

Türkçe Sözlük (1977) Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.

Türkçe Sözlük (2019). haz. Şükrü Haluk Akalın… (ve başk.) 11. Baskı (Tıpkıbasım) Türk Dil Kurumu, Ankara

  1. Macmillan English Dictionary, Macmillan Publishers, 2006, Oxford, s. 142.
  2. Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977, Ankara, s. 619.
  3. Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977, Ankara, s. 618.
  4. Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977, Ankara, s. 383.
  5. Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977, Ankara, s. 10.
  6. İsmail Hayri Cem, İmkânsız Hayatlar: Darüşşafakalıların Anıları, Kalkedon Yayınları, 2010, İstanbul, s. 189.
  7. İsmail Hayri Cem, İmkânsız Hayatlar: Darüşşafakalıların Anıları, Kalkedon Yayınları, 2010, İstanbul, s. 195.
  8. J. Schaverien, Boarding School: The Trauma of The Privileged Child, Journal of Analytical Psychology, 2004, sayı 49, s. 630-705.
  9. N. Duffel, The Making Of Them, Lone Arrow Press, 2004, London.
  10. J. Schaverien, Boarding School: The Trauma of The Privileged Child, Journal of Analytical Psychology, 2004, sayı 49, s. 630-705.
  11. M. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi, 2019, Ankara, s. 65.
  12. İsmail Hayri Cem, İmkânsız Hayatlar: Darüşşafakalıların Anıları, Kalkedon Yayınları, 2010, İstanbul, s. 31 .
  13. İsmail Hayri Cem, İmkânsız Hayatlar: Darüşşafakalıların Anıları, Kalkedon Yayınları, 2010, İstanbul, s. 50.
  14. İsmail Hayri Cem, İmkânsız Hayatlar: Darüşşafakalıların Anıları, Kalkedon Yayınları, 2010, İstanbul, s. 48.
  15. M. Foucault, Deliliğin Tarihi, İmge Kitabevi, 2017, Ankara.
  16. J. Bentham, Panoptikon – Gözün İktidarı, çev. Zeynep Özarslan, Barış Çoban, Su Yayınları, 2016, İstanbul.
  17. M. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi, 8. Baskı, 2019, Ankara, s. 297.
  18. M. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi, 8. Baskı, 2019, Ankara, s. 301.
  19. M. Foucault, Kelimeler ve Şeyler, İmge Kitabevi, 3. Baskı, 2006, Ankara.
Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top