Tolga Gümüşay
Yıl: 1942, Savaştepe Köy Enstitüsü, Balıkesir
Ders başlayıncaya kadar babasıyla okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı gerekçeler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, yatılı kalmaya dayanamayacağını, onunla eve dönmekten başka şey istemediğini söylemesine engel oluyor. Tuvaletlerin çeşmesi binanın dışında. Ulu bir çınarın altında. Babası tam onun önünde duruyor. Dudaklarını büzerek ayrılık vaktinin geldiğini söylüyor. Oğluna sarılıp, yanaklarından öpüyor. İlk kez öyle, şapır şupur öpüyor. Çocuğun gözünden bir damla yaş iniyor. Sarılırken, babası anlamasın diye omuzlarının titremesine mani olmaya çalışıyor. Babası, ağırdan alırsa çocuğun orada kalamayacağını seziyor. Bakışlarını çocuğun ıslak gözlerinden kaçırarak hızla arkasını dönüyor. Tespihini çekerek, istasyona doğru uzaklaşıyor. Çocuk önce sessizce, babası gözden kaybolduktan sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyor. O ağlarken arkasındaki çeşme de şırıl şırıl akıyor.
Yıl: 1965, Savaştepe Öğretmen Okulu, Balıkesir
Aynı bahçede, zamanında babasıyla turladıkları ağaçların altında yürürlerken, o da tıpkı babası gibi tek kelime edemiyor. Yanında burnunu çekerek ağlayan bir kız çocuğu var. Kendi öz kızı. Yirmi üç yıl sonra yine boğazında aynı yumru çıkmış sanki. Konuşmak ne kelime, yutkunamıyor. Kız, çok şey söylemek istiyor. Ama onun durumu da babasınınkinden farksız. O susmak bilmeyen cıvıl cıvıl çocuğun gıkı çıkmıyor. Tam ağzını açmaya hazırlanırken babasıyla göz göze geliyorlar. O güne kadar öz kızını diğer öğrencilerinden ayrı tutmamak için biraz mesafeli davranan öğretmen babasının, hayatında ilk kez onunla gurur duyduğunu hissediyor. İşte o bakış, kızın konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor. Baba, ulu çınarın altında, tuvaletlerin çeşmesinin önünde duruyor. Dudaklarını büzerek, ayrılık vaktinin geldiğini söylüyor. Kızına sarılıp, yanaklarından öpüyor. İlk kez öyle, şapır şupur öpüyor. Kızın gözünden bir damla yaş süzülüyor. Omuzları titremeye başlıyor. Babası, ağırdan alırsa kızın orada kalamayacağını seziyor. Bakışlarını kızın ıslak gözlerinden kaçırarak arkasını dönüyor. Kız o kısacık anda, babasının göz çukurunda inci gibi parlayan yaşı fark ediyor. Onu ilk kez ağlarken görüyor. Babası istasyona doğru hızlı adımlarla uzaklaşırken, kız arkasından önce sessizce, babası iyice gözden kaybolduktan sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Narin omuzları, çocuk yaşta bir başına kalmanın güçsüzlüğüyle, seviliyor olduğunu bilmenin güveni arasında inip inip kalkıyor. O ağlarken arkasındaki çeşme de şırıl şırıl akıyor.
Yıl 1983, Anadolu Lisesi, Erzurum
Bizimkiler okul bahçesindeki mavi kameriyede oturuyorlardı. Annem uzun süredir görüşmüyormuşuz gibi sarılıp yanaklarımdan öptü. İşte o an, boğazımda bir yumru belirdi. Yutkunsam da gitmiyor, ekşi salgısını ağzıma, burnuma, gözlerime püskürtüyordu. Babam dimdik duruşuma övgüler yağdırarak yanaklarımdan öptü. “Aferin oğluma”, diyerek sırtımı sıvazladı. Annem ağlıyordu. Islak ıslak sımsıkı sarıldı. Ben taş gibi, kıpırdamadan dikiliyordum. Turuncu Reno’muza doğru yürüdüler. Kapılar açıldı. Annem dönüp bir kez daha baktı. Makyajı filan iyice akmıştı. Babam el sallayıp koltuğuna oturdu. Arabayı çalıştırdı. Son şansımdı! Tekerleklerin dönmeye başlamasıyla ileri doğru atıldım. Şimdi boğazımdaki salgı gözlerimden fışkırıyor, bacaklarım var gücüyle arabamıza yetişmeye çabalıyordu. Bizim Reno giderek hızlanıyor, annem babama durması için yalvarıyor, babam bir an için tereddütle yavaşlıyor, tam turuncu bagaja dokunacağım sırada Göktuğ’un babası yetişip salya sümük saçan gövdemi arkadan kucaklıyor, babam gazı kökleyince, arabamız kara dumanlar arasında gözden kayboluyordu.
İlk iki alıntı dedemin benim için sesli kaydettiği anılardan yola çıkarak yazdığım Öğretmen Dedem adlı öykümden. Sonuncuysa Hazırlıksız isimli romanımdan… Üçü de gerçek yaşam kesitleri. Kırk bir yıllık bir zaman diliminde, üç kuşağın; yani dedemin, annemin ve benim henüz on iki yaşındayken, yatılı okuyacağımız okulların bahçelerinde tek başımıza kalışlarımızın birbirine çok benzeyen hikayeleri. Boğazlarda yumru, gözlerde yaşlarla sağlam bir gelecek için çocukluğu kurban etmenin hazin törenleri…
Üç hikayenin ortak noktası beş yıllık ilkokul öğrenimlerini köy ya da kasabalarında görmüş mutlu ve görece başarılı çocukların, eğitimlerini sürdürebilmek veya kasabalarında sunulandan daha iyisine erişebilmek için devlet tarafından bir seçme sınavına tabi tutulmaları, bu sınavın üstesinden geldikten sonra da ödül olarak evlerinden uzak bir okulda, her şeyin yabancısı oldukları bir şehrin resmi bir çatısı altında yaşamlarını devam ettirmeye hak kazanmaları.
Katılmış oldukları ulusal sınavın neticesinde elde ettikleri başarı, her üç çocuğun da yakın çevrelerinde büyük alkış koparıyor. Genç cumhuriyetin vatanına milletine faydalı olacak; ilimin ışığıyla önce kendisi aydınlanıp, sonra da geleceğe fener tutacak evlatlara ihtiyacı var. Hayırlı evlatlar yetiştirmeyi birincil görev olarak gören çağdaş ebeveynlerse, bunun yolunun kaliteli eğitimden geçtiğini gayet iyi biliyor.
İşte on iki yaşında ailelerinden ayrılarak yabancı coğrafyalarda, çoğunluğu kendilerinden yaşça büyük hemcinsleriyle, hayal bile edemeyecekleri kadar ağır kural ve ödevlerle baş başa kalan bu çocukların her ne kadar bir süre göz yaşı dökseler, isyan bayrağı çekseler, kendilerine acısalar, dert yanıp vaz geçmeye kalksalar da nihayetinde okullarına devam edebilmelerinin gerisinde hep aynı koşullanma var: Ailem bu fedakarlığı benim iyiliğim için istiyor ve benim de onları utandırmamak, onlara layık bir evlat olabilmek için bu durumun üstesinden gelmem gerekiyor.
Dedem benden iki nesil önce bir köy enstitüsünde, atanacağı köyün yalnızca öğretmeni değil, aynı zamanda doktoru, inşaatçısı, ziraatçısı, müzisyeni, hakemi, nikah şahidi, bilirkişisi olmak üzere bir aydınlanma neferi olarak yetiştirilmiş. Babam kasabasında kalıp çiftçi ya da esnaf olmak istemiyorsa şehir dışında bir yatılı okula gitmek mecburiyetindeymiş. Ortaokuldan sonra bölge parasız yatılı okuluna devam etmeyi belirsiz bir yol olarak görmüş. Kendisini meslek sahibi yapacak bir okulda öğrenim görmek istiyormuş. Öğretmenlik ya da polisliktense subaylığı tercih etmiş. Ve Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nde başlayıp Kuleli’de, sonrasında da Kara Harp Okulu’nda devam eden öğrenimini askeri disiplin altında yatılı olarak geçirmiş. Annemse benim gibi ilkokulun ardından, dedemin mezun olduğu yerleşkede, o tarihte köy enstitüleri kapatılmış olduğu için artık öğretmen okulu olarak hizmet vermekte olan Savaştepe’de yatılı okumuş.
Mezun olduğum Kadıköy Anadolu Lisesi’nde geçirdiğim son haftadan yola çıkarak kaleme aldığım ilk romanım 6 Yıl Tam Pansiyon’u yazarken onların kitabımda kendilerinden bu kadar çok şey bulabileceklerini düşünmemiştim. Ne de olsa başka kuşakların insanlarıydık. Farklı bölgelerde, koşullarda, kapsamlarda tedrisatlar almıştık. Ama onlar kitabımı okuyup, arkadaşlarının, öğretmenlerinin kulaklarını çınlattıkça, bazı sayfalarında kahkahalarla gülüp, bazılarında göz yaşı dökerek öğrenciliklerini anımsadıkça; esasında benimkine ne kadar benzer şartları, eğlenceleri, zorlukları, dostlukları, ritüelleri; hepsinden önemlisi duyguları yaşamış olduklarını ifade ettikçe yatılılığın zamandan, mekandan bağımsız bir ilk gençlik yurdu olduğunu anladım.
Yatılılık kimisi için üstü örtülü, hakkında pek konuşulmak istenmeyen bir dönem, hatırlanması hoşa gitmeyen bir travmadır. Bunun neden ve etkileri kişiye göre farklılıklar gösterir kuşkusuz. Ben kendi gözlem ve deneyimlerime göre bu kesimi kabaca iki grupta toplayabilirim.
Birincisi ve bence daha ağır yaralı grup, ailesi tarafından yatılı okula gönderilmiş olmasını adil, gerekli, sevgi dayanaklı bulmayanlar… Bu algıya sahip olanlar pekala evlerine yakın başka bir okula da gönderilebileceklerini, ya da aileleri okullarının bulunduğu kentte yaşıyorsa yatılı okumak yerine evden okula günübirlik gidip gelebileceklerini düşünürler. Kısa yoldan ifade etmek gerekirse, aileleri onlardan kurtulmak için yatılı okula göndermeyi tercih etmiştir. Bu durum anneyle babanın sorumluluk eksikliğinden, boşanmış veya sorunlu bir evlilik sürdürüyor olmalarından, finansal kaynaklı tercihlerden ya da çocuğa göre zorunlu olmayan başka gerekçelerden kaynaklanıyor olabilir. Çocuk denilecek yaşta buz gibi koğuşlarla, sona kalanın dona kaldığı karavanalarla, kapakları tam kapanmayan sacdan giyinme dolaplarıyla, gün ağarmadan başlayan sabah etütleriyle, nöbetçi öğretmenlerin çatık kaşları, üst sınıfların zorbalıklarıyla karşı karşıya kaldıkça, kendilerini bunlara mahkum eden ebeveynlerine duydukları kırgınlık artar. Kimisi buna bağlı gelişen değersizlik hissiyle yaşam enerjisini yitirip içine kapanır, yalnızlaşır. Kimininse kırgınlığı öfkeye; yalnızca ailesine değil, doğrudan ya da dolaylı olarak düzene yönelik bir tür isyana, intikam hırsına dönüşür. Derslerine çalışmaz, kurallara uymaz, dayak arsızı olur, yaşıtlarına sataşır, sık sık kavga eder, yaşı ilerledikçe küçük sınıflara eziyet etmekten geri durmaz.
İkinci grupsa yatılı okula gönderilmiş olmasının gerekçelerine hak verse, ailesini suçlamak bir yana, onlara eskisinden daha çok bağlansa da bu zorlu yaşam biçimine bir türlü ayak uyduramayanlardan oluşur. Bunlar arasında da birbirinden farklı, hatta zıt davranış biçimleri geliştirenler bulunur. Sulu göz, ürkek, kaygılı tiplerin yanı sıra huysuz, suratsız, bezgin karakterlere de rastlanabilir. Ortak özellikleri uyumsuz, silik, karamsar tutumlar sergilemeleri ve bir süre sonra kendilerini, kolay kolay kıramayacakları bir sosyal izolasyonun içinde bulmalarıdır. Bu ayrıksı halleri onları, ağlarına düşürecek kurban arayan yatılı fırlamalar için kolay birer lokma haline getirir. Sık sık işletilir, dalga konusu olur, aşağılanırlar. Hakları olan yemekleri, sıraları, oyun sahalarını kaptırırlar. Bireysel tartışmalara girmeleri durumunda karşı tarafın arkadaş grubu tarafından sindirilirler. Özgüvenleri ve insanlara duydukları inanç sarsıldıkça daha da yalnızlaşır, kabuklarına çekilirler. Ayakta sağlam durabilmek ve iyi vakit geçirebilmek için sosyal çemberlere gereksinim duyulan yatakhane yaşamında yapayalnız olmak başa gelebilecek en büyük kabustur. Onlar bu kabustan, kendileriyle benzer durumlardaki tek tük arkadaşla mesafeli de olsa ittifaklar kurarak biraz olsun sıyrılmaya, nefes alabilecekleri mahrem alanlar açmaya çalışırlar. Mezun olduktan sonraysa genellikle mizaçlarına uygun, fazla sosyallik gerektirmeyen birer düzen kurup, yatakhane yıllarını yok sayma eğilimine girerler.
Diğer uçta, yatılılığı hayatlarının en serüvenli, içten, keşif ve kazanımlarla dolu dönemi kabul ederek, bütün kimlikleri arasında en üstlerde gururla taşıyanların sayısı oldukça fazladır. Mezuniyetin üzerinden on yıllar geçse de bu gruptakilerin en yakın arkadaşları arasında yatılı kardeşleri hala önemli yer tutar. Üniversitenin bireyciliğini, iş yaşamının dayatmacılığını, aile hayatının sorumluluklarını yüklendikçe yatakhane günlerine özlemleri artarak devam eder. Evlenip barklansalar da üst düzey yönetici olsalar da hatta şehir değiştirseler de kalabalık yatılı toplantılarını kaçırmamaya özen gösterir, dijital çağın olanaklarıyla gruplar kurup düzenli iletişimi sürdürürler. Pek çok Türk erkeğinin askerlik dönemlerini anarken yaptığı gibi; yatılı yaşamının zorluklarıyla nasıl başa çıktıklarını, kurallara meydan okuyarak kendi eğlence ve konfor alanlarını nasıl genişlettiklerini, başlarından geçen komik, ilginç, dehşetli, kahramanca; yalnızca o yaşlarda, öyle bir ortamda, bütün o yokluk ve yasaklara karşın cesaretle ya da mecburiyetten yaşanabilecek olayları, diyalogları, kesitleri birbirleriyle tekrar tekrar konuşmaktan, eşlerine çocuklarına anlatmaktan büyük keyif alırlar. Zamanla bazı ayrıntılarıyla oynanıp, yer yer abartılarak daha da ilginç hale getirilen bu anılar, yatakhane yıllarında görmediği ilgi ve alkışı yıllar sonra daha geniş kitleler karşısında bulurken, bu olayların kahramanları da okul zamanı gündüzlülere kıyasla daha kendi halinde, hatta yer yer garip hissetmiş olmanın rövanşını alırlar.
Yatılılıkta çekilen yokluklar, ilerleyen zamanlarda sahip olunanların kıymetini bilmeye yol açar. Aileye, anne yemeğine, yuva sıcaklığına duyulan özlem ve düşkünlük; yatılılık sona erdikten yıllar sonra da değişmez, çocukluk maneviyatında açılan boşluklar ömrün sonuna kadar kapanmaz. Ancak yatılı okumuş biri mezuniyetinden sonraki dönemde; temiz klozeti olan bir tuvalete girmekten, sıcak suyu akan bir duşta dilediği zaman yıkanmaktan, gece saat dokuz buçuktan sonra ışığı açabilmekten, kışın yatmadan önce titremeden dişini fırçalayabilmekten, hatta çıplak ayakla özgürce zemine hele ki halıya basabilmekten mutluluk duyar. Yokluğu yaşamak, varlığın kıymetini öğretmekle kalmaz hayal gücünü de devreye sokar. Yaratıcı buluşlar, pratik çözümler, sağlam işbirlikleri, sistemin açığını yakalamalar çıplak duvarlar arasında var olabilmenin ve daha eğlenceli vakit geçirebilmenin anahtarı olagelmiştir.
Yatakhane çatısı altında farklı yörelerden, sosyoekonomik sınıflardan gelme, bambaşka karakter ve değerlere, fiziksel ve psikolojik durumlara sahip, çocukluktan yetişkinliğe uzanan bir yaş yelpazesindeki pek çok öğrencinin yanı sıra nöbetçi öğretmenler, bekçi, hademe, aşçı, çamaşırcı, kantinci, teknisyen gibi farklı meslek gruplarından ve yaşam tarzlarından yetişkinler de bulunur. Böylesine kalabalık ve heterojen bir grupla beraber yaşamak şüphesiz kişiye zengin ve derin bir insan deneyimi kazandırır. Dayanışma, hoşgörü, saygı, uzlaşma, iş birliği, empati, politika, adalet, dürüstlük, fedakarlık, güven ve daha pek çok psikolojik ve sosyolojik kavram, hayatta kalabilme güdüsüyle ya da yaşamı kolaylaştırıp güzelleştirme arzusuyla tecrübe edilir, içselleştirilir. Farklılıklarla bir arada yaşama inceliklerinin yanı sıra esasında ne kadar çok ortak noktaya sahip olduğumuz idrak edilir. Örneğin 6 Yıl Tam Pansiyon’un son bölümündeki yatılı gecesinde tembeli çalışkanı, sakini şamatacısı, korkağı cesuru, kibarı kabadayısı yetişkinlik sınırındaki onlarca genç hep birlikte ayrılık şarkısı söylerken, aralarında gözyaşlarına hakim olabilen yoktur. O sahne bir roman kurgusu değil, gerçek bir yaşam karesidir.
6 Yıl Tam Pansiyon benim ilk romanım. Genellikle ilk romanlarında yazarlar iyi bildikleri, dert edindikleri, üzerine düşünmek, çözümlemek istedikleri, en fazla heyecan duydukları meseleleri tartışmaya soyunurlar. İlk romanların öz yaşam öyküsel tarafının ağır basması bundandır. Benim ilk romanım yatılılık üzerineydi. Ve tabii ki bu bir tesadüf değildi. Gerek öğrencilik dönemimde gerekse sonrasında hayata bakışımı ve yaşayışımı çokça etkilediğini, önemli ölçüde şekillendirdiğini hissettiğim yatılılık dönemine dair yazarak; birbiriyle çelişen ve pekişen duygularımla yüzleşmek, birey olmanın sancılı adımlarını erken yaşta atmaya başlamanın yol açtığı kırılganlık ve tek başına ayakta kalabilmenin kazanımları hakkında kafa yormak istedim. Bunları sağlıklı biçimde sorgulayabilmek için söz konusu yaşantıyla aramda bir miktar mesafe oluşması gerekiyordu. Yatılılığın bitişini konu alan 6 Yıl Tam Pansiyon’u yazmaya başlayabilmek için on yıl, yatılılığın başlangıcını anlattığım Hazırlıksız’ı kaleme alabilmek içinse yaşadıklarımın üzerinden neredeyse otuz yıl geçmesi gerekti.
Yatılılık hakkında yazarken, bir yetişkinin eleştirel bakışından, akılcı ya da ahlakçı tutumundan ve yazar egosundan uzak durmaya gayret ettim. O günlerin duygusuna, algısına, diline sadık kalmaya çalıştım. Kolektif bir yaşamı genelleyerek anlatma cüretini göstermek yerine öznel bakış açımdan, olan biteni kendi başımdan geçtiği gibi aktarmaya, kendime ve okura karşı samimi ve dürüst olmaya özen gösterdim. Yıllar sonra yazarken, o zaman için çok olağan karşıladığım bazı olay ve ilişkilerin aslında ne kadar özel ve derin izler bırakmış olduğunu, tam tersine çok paye verdiğim bazılarınınsa o kadar da kayda değer olmadığını fark ettim. Bazı olayların tarih ve ayrıntılarından emin olamayarak yardıma gereksinim duydum. Yatılı kardeşlerimle bir araya gelerek bunları sordum, tartıştım, söz konusu yaşantıları onların belleğinden dinledim. Eksik bilgileri tamamlamanın yanı sıra, algı ve yorumlarımızın ne kadar farklı olabildiğini, duygularımızın ortak olduğu durumlarda dahi bizi oraya getiren etkenlerin ne kadar başka nedenlere dayanabildiğini çoğu zaman şaşırarak idrak ettim.
Diğer bir gözlemimse pek çok kişide yatılılık yaşantısının bilinçli ya da bilinçsiz bir tutumla gölgede bırakılmış, unutulmaya terk edilmiş olduğuydu. Sanki ortak bir karar alınmış gibi toplu buluşmalarda tekrarlanan birkaç macera ya da meşhur mevzu dışında çoğunluk o günlerin kendisinde bıraktığı izler üzerine derinlemesine düşünmekten kaçınıyordu. Çocuklukla birlikte benlik oluşumunun bu en belirleyici dönemeci neredeyse yok sayılıyor; kolektif birtakım paylaşımlardan ibaretmiş gibi hafife alınarak geçiştiriliyordu. Üstelik bu durum yalnızca benim arkadaşlarım için değil, etrafımdaki farklı yaşlarda, farklı okullarda yatılı okumuş kişiler için de geçerliydi. Ben yatılılığın onların üzerinde bıraktığı etkileri sezebiliyor konuşmalarında, davranışlarında, yaşamlarında gözlemleyebiliyordum. Ama onlar bunun üzerinde pek durmuyor, belki de yüzleşmek istemiyorlardı. Belki başkaları tarafından ilginç bulunmayacağını düşünüyorlardı. Belki de gerçekten unutuyorlardı. Bu durum daha fazla sorumluluk duymama yol açtı. Evet kendi hikayemi yazacaktım. Ama bunu yaparken diğer yatılılara da gömülü duygularını, kendi hikayelerini hatırlatacaktım. Dahası gündüzlülere, hiç yatılı okumamış olanlara bizim o demir parmaklıklı yatakhane kapılarının gerisinde neler yaşadığımızı anlatacaktım. Yatılı varoluşunu edebiyat aracılığıyla ölümsüz kılmanın hayalini kuracaktım.
Yatılılık hakkında yazdığım iki roman bugüne dek onlarca baskı yaptı. Yatakhane arkadaşlarım arasından bu kitapları kendi hatıra defterleri gibi sahiplenenler, yıllar boyunca eşlerine dostlarına, çocuklarına hediye edenler, bir araya her gelişimizde alıntılar yaparak üzerine uzun uzun konuşanlar oldu. Kendi duygularını yeterince doğru aktarmadığını, esasında aynı dönemde daha acayip, aykırı, büyük olaylar da yaşandığını, aramızdaki dilin, maruz kaldığımız baskının, ona karşı duruşumuzun daha sert ya da farklı olduğunu iddia eden, bu ve benzeri nedenlerle kitaplarımdan pek haz etmeyenler de oldu. Başlangıçta biraz alınsam da zamanla onlara hak verdim. Bunlar edebi değil, kişisel beklentilerin karşılanmamasıyla ilgili eleştirilerdi. Birlikte İstanbul’u arşınladığımız, okul kırıp vapurlardan martılara simit attığımız, Kapalıçarşı’yı, Sultanhamam’ı, Yerebatan Sarnıcı’nı keşfettiğimiz, Çemberlitaş Hamamı’nda yıkanıp Caferağa Medresesi’nde soluklandığımız, okulun yan sokağındaki ahşap konağın camından dışarı bakan teyzeye el salladığımız, kola kutusunu ezip saatlerce maç yaptığımız, tiyatroda ses çıkarmadan yenilebiliyor diye jelibon stokladığımız arkadaşlarım elbette ki 6 Yıl Tam Pansiyon’da kendilerine dair çok şey bulacaklardı. Eş zamanlı olarak, her fırsatta müdavimi oldukları kahvehanelere kaçıp bilardo ya da kağıt oynayan, kömürlükte sigara içmeyi, ders çalışmadan nasıl sınıf geçileceği üzerine kafa yormayı, bolca küfür ve el şakasıyla iletişim kurmayı, belli rutinleri aynı kişilerle aynı mekanlarda benzer biçimlerde tekrarlamayı seven ya da tercih eden dönem arkadaşlarım ise aynı çatı altında çoğu zaman bambaşka hayatlar sürmüşlerdi ve haklı olarak yazılanların kendi yatılılıklarını yansıtmadığını savunuyorlardı.
Öte yandan benden çok önceki ya da sonraki yıllarda devlet parasız yatılı okullarında, askeri liselerde, Anadolu liselerinde, kolejlerde, meslek okullarında yatılı okumuş kişilerden fazlasıyla övgü, selam ve benim kitaplarımdakilere benzer pansiyon anılarını konu alan paylaşım mesajları aldım. Ranzalı, koğuşlu yatakhane yaşantısının, sabahları metal bardaklardan ne demine ne şekerine ne de sıcaklığına karar verebildiğin çayları yudumlayıp Sana yağlı gül reçelli bayat ekmekleri dişleyerek güne başlamanın, buz gibi etüt sıralarında avuçlarına hohlayarak ders çalışmanın, sidik kokulu tuvaletlerde mide bulantısı eşliğinde günlük temizliği yerine getirme çabasının, kışın bereyle uyuyup alacakaranlıkta nöbetçi öğretmenin ranza demirlerini döven sopasıyla uyanmanın, kendine yakın bulduğun akranlarınla yakınlaşarak önce bu zorlu hayata tutunabilmenin sonra da saf dostluğun tadına varıp birlikte serüvenlere atılmanın, o dostlukların eşsizliğini zaman ilerledikçe daha da güçlü biçimde kavramanın, yastık kavgalarının, gece sohbetlerinin, etüt maçlarının, nöbetçi öğretmenlerle yaşanan kovalamacaların, üst sınıfların zorbalıklarına göğüs germe numaralarının, kural dışına çıkmanın gerilimli cazibesinin, evci çıkabilen şansılardansan Cuma akşamları, daimi yatılıysan dönem sonunda yuvana dönmenin tarifsiz sevincinin, özellikle küçük sınıflardayken her tatil dönüşünde düşülen bunalımın yalnızca benim değil bu ülkenin yatılılık tezgahından geçmiş hemen herkesin ortak yazgısının ve belleğinin parçaları olduğunu böylelikle öğrenmiş oldum.
Söz konusu paylaşımlar bir yatılı olarak benim için her zaman büyük değer taşımakla beraber, bir yazar olarak belirtmem gerekir ki romanlarıma ilgi gösterenler arasında yatılılar yalnızca küçük bir grubu oluşturuyor. Kitaplarım hala her yıl basılmaya, okullarda okutulmaya, sesli kitap, e kitap gibi modern formatlarda okurla buluşmaya devam ediyor. Ben de etkinliklerde, fuarlarda, söyleşi ve imza günlerinde; ilk yıllarda mektuplar, şimdilerde sosyal medya mesajları aracılığıyla okurlarımla bir araya gelme, onların görüş ve sorularını dinleme, karakterlerim ve kitaplarımla ilgili görüşlerine birinci elden tanıklık etme fırsatı yakalıyorum. Hazırlıksız’daki olayların üzerinden yaklaşık kırk, 6 Yıl Tam Pansiyon’dakilerinse otuz yıldan daha uzun süreler geçmiş olmasına rağmen, genelde güncel ve popüler olana ilgi duyduğu iddia edilen zamane gençleri 2000’li yıllarda yayımlanan bu eserlere hiç azalmayan bir ilgi göstererek bugüne dek hemen her yıl yeni baskılar yapmalarını sağladılar. Yatılı okumak bir yana, çoğu evlerinden kısa süreliğine dahi ayrılmamış olmalarına rağmen yatakhane yaşantısını ilginç buldular, dostluklarını, maceralarını sevdiler hatta yatılı olmakla ilgili merak ve istek duydular. Kendilerine hedef koyup bunu gerçekleştirenlere dahi tanık oldum bu süreçte. Her iki roman da erkek gözünden anlatılmasına ve yatakhane yaşantısının doğası gereği erkek karakterlerle dolu olmasına rağmen, okurlarımın büyük bölümü kızlardan oluşuyordu. Ve karakterlerle güçlü bağlar kurma, olay örgüsünden heyecan duyma, soru sorma, yorumlama gibi kriterler göz önünde bulundurulduğunda erkeklere kıyasla eksikleri yoktu, fazlaları vardı.
Bütün bu nesnel ve öznel çıkarımlar, yatılı var oluşunun edebiyatla kendini ifade etme ihtiyacına ve edebiyatımızın da yatılı hayatıyla zenginleşebilme olanağına işaret ediyor kanımca. Yatakhane binaları, iyi bir kurmaca eserin en önemli yapı taşı sayılabilecek karakter yaratımı konusunda zengin, özgün, derin ve çeşitli pek çok seçenek sunan eşsiz birer maden; hayal gücüne çok da lüzum bırakmayan doğal birer kaynaktır.
Yine bir roman ya da öykünün merak ve ilgiyle okunmasını sağlayacak gerilim ya da tansiyon; aileden erken yaşta ayrı düşmenin hüznüyle akranlarla beraber yepyeni deneyimlere atılmanın çekiciliği arasında kalmalarda; gençliğin merak ve enerjisiyle pansiyon hayatının sert disiplini arasındaki sıkışmalarda; eğlencenin, haylazlığın, aylaklığın cazibesiyle, akademik ve davranışsal beklentiler arasındaki bocalamalarda kendiliğinden ortaya çıkar. Bu doğal gerilimlere eklenebilecek bireysel, sınıfsal, cinsel, etnik, psikolojik, inançsal, etik hatta siyasi her tür tansiyon, küçük bir toplumsal laboratuvar olarak da görülebilecek yatakhane yaşantısının sınırları ve sıkışmışlığı içerisinde, normal hayattakinin oldukça üzerinde bir basınç ve etki yaratacaktır.
Kurmaca bir eserde atmosfer, okuru metnin dünyasına yaklaştırmak, parçası haline getirmek için son derece önemlidir. Bu da yazılanı ilgi çekici, bütünsel, kendi içinde tutarlı ve inanılır hale getirebilmekle mümkündür. Yatakhane ortamı demir ranzalarla dolu koğuşları, koyu renk yağlıboya ya da kirli perdelerle örtülü tozlu camları, çıplak sınıflarda kürsüde öğretmen yerine büyük sınıflardan birinin gözetiminde gerçekleştirilen etüt saatleri, buram buram yağ, soğan ve bulaşık kokan metal beton karışımı sevimsiz yemekhaneleri, loş koridorları, sıkışık oyun ve teneffüs alanları, genellikle bakımsız bahçeleri, fazla soğuk ya da aşırı buharlı banyo ve hamamlarıyla mekânsal tanımlama ve betimlemeler için oldukça keskin imkanlar sunar. Bu mekanlardaki eşyaları, araç ve aksesuarları, ışık, koku, doku, ses ve görüntüleri olduğu gibi, içinde yaşarken gözlendiği, hissedildiği gibi tarif etmek dahi güçlü bir bütünsellik; hiç yatılı okul görmemiş bir okuru bile kısa sürede içine alacak bir dünya oluşturulması için önemli bir altyapı sağlar.
Atmosferi ve dolayısıyla kurguyu güçlendiren önemli unsurlardan biri de karakterlerin kullandığı dil ve diyaloglardır. Yatılı ülkesinin kendine has; yer yer sokak diline benzeyen, sade, süssüz, bolca argo ve küfür soslu, mizahi yönü güçlü, yaratıcılığa ve söz oyunlarına açık, aşırı nezakete ve edebi inceliğe mesafeli, duruma göre sertleşen, gece yat zilinden sonra yumuşayıp duygusallaşan, kendine özgü sözcükler, kısaltmalar, şifreler barındıran zengin bir lisanı vardır. Bu lisan yakın arkadaşlar arasında, grup içinde, kalabalık bir topluluğun ortasında, küçük sınıflarla iletişim kurarken büyük sınıflar karşısında ve nihayet öğretmenlerin huzurunda ciddi yapı ve üslup farklılıkları gösterir.
Hiç şüphe yok ki yaratıcılık, bir kurmacanın başarısını belirleyen öncü ölçütlerdendir. Yaratıcılık, elindekiyle yetinmeye razı olmayan insanın yürüttüğü yenilikçi düşünme sürecidir. Yani bireyin mevcut durumu, kaynak, nesne ya da düşünceleri kabullenmek yerine onları türetip başkalarıyla birleştirerek yeni bir fikre dönüştürmesi işlemidir. Kaynakların sınırlı olduğu ortamlarda, can sıkıntısında, daha iyi, eğlenceli, kolay bir yaşam özlemi duyduğunda insan sınırları zorlamaya, farklı yaklaşımlar geliştirerek durumu değiştirmeye daha eğilimli hale gelir. Yatılılık hayatı bu anlamda da kendine has yaratıcılıklarıyla bir öykü veya romana çok şey verebilme potansiyeline sahiptir. Cezalandırılmak istenen arkadaşın saçlarını karyolaya bağlayarak sabah yataktan kalkmasını acılı hatta olanaksız hale getirmek, kulağının dibinde suyu bir kaptan diğerine aktararak çıkan şırıltı sesiyle uyuyan bir çocuğun altına kaçırmasına yol açmak, uykusu ağır bir başkasının karyolasını dolapların tepesine taşıyıp sabah kafasını tavana çarpmasına yol açmak ya da yastık kavgasında baskın yediği koğuşa sabaha karşı sızıp tüm terliklerin içine diş macunu sıkmak; en yaratıcı yazarların dahi aklına kolay kolay gelmeyecek, hayata geçirilmiş yatakhane yaratıcılıklarıdır. Aynı yaratıcı düşünce, yatakhane çatısı altındaki her tür yasak ve olanaksızlığa meydan okuyarak eğlence yaratmada, açlık gidermede, özgürlük arayışında, ceza ve ödüllendirmelerde, protesto, dayanışma, kavga ve kutlamalarda, pansiyon dahilindeki her türlü mekanı oyun ya da kaytarma için elverişli hale getirmede, okul sınırları dışındaki kaçak ya da kazanılmış zamanları değerlendirmede hep üst düzeydedir. Şüphesiz bütün bunlar yaratıcı yazma için hazır ve zengin bir dağarcık, eşsiz esin kaynaklarıdır.