Necdet Neydim
Hansel ve Gretel masalı, herkesin yeterince yiyecek ekmek bulabildiği yani herkesin karnını doyurabildiği bir aileden söz etmeyen bir masaldır. Çocuklarına, onları doyuracak bir lokma bile veremeyen ebeveyndir söz konusu olan. Bu durumda onları sevmeyi mi yoksa sizin açlığınızın nedeni olan o varlıkları yanınızdan uzaklaştırmayı mı tercih edersiniz? Anne ve babanın iç dünyasında bunun gibi çatışmalar hakimdir ve bu çatışma, anne babanın sevme yeteneğini de köreltir.
Buna henüz hazır olmayan kişi babadır. Çünkü besleyici olan annedir ve anne yiyeceğin tükendiğinin farkındadır. Kalanı onlara verirse kendi yaşamını sürdüremeyecektir. Bu, birbirini yaşatma ve soyu sürdürme tutkusunun da sonu demektir. Alma umudunun kalmaması, verme arzusunu da ortadan kaldırır çünkü birbirini yaşatma umudu yok olmaktadır artık. Kültür, gelenek ve yasalar bunu gerçekleştirmek için engelleyici bir durum yaratabilir ama doğanın dayatması karşısında direnme ya da kabul etme kararı vermeye götürür kişiyi. Burada verilecek karar iki yönlü de olabilir. Ancak kendinizden vazgeçmeniz, çocukları yaşatacak bir karar mıdır bunu da ayrıca tartışmak gerekir.
Çocuklar hep isterler. Anne baba da bunu karşılamaya çalışır. Öyle ki bunu gerçekleştirmek için kendi gereksinmelerinden de vazgeçerler. Bu, onların muhteşem fedakarlıklarının göstergesidir.
Hansel ve Gretel masalına baktığımızda gerçekçi bir anne ile karşılaşırız. Öylesine katı bir gerçekçiliktir ki bu çocuklarından vazgeçmeyi beraberinde getirir çünkü dayanma süreçleri bitmiş ve çocuklardan vazgeçme gerçekliği kapıya dayanmıştır: Çocuklar bir daha dönmemek üzere gitmelidir. [1]
Karar, iki çocuğun ormana götürülüp bırakılması yönündedir. Ormanın en derinlerine…
Bu, onlara şöyle bir avantaj sağlayacaktır: Anne ve baba artık onlar olmayınca açlık çekmeyecektir. En azından açlıktan ölmeyeceklerdir. Açlıkla imgelenen şey, salt yiyecek bağlamında bir açlığı mı simgeler onu tartışmamız gerekiyor. Çocuklar ebeveynlerin yanında sadece yiyeceklerini paylaşmazlar, aynı zamanda onların zamanlarını da ellerinden alırlar. Kendilerine ait olmalarının en büyük engelidirler. Onlar olmayınca kendi yetişkin dünyalarına dönecekler yaşamın keyfini çıkarabileceklerdir.
Oysa çocuklar doğar doğmaz kendilerine odaklı bir yaşamı beraberinde getirir. Artık hayatın merkezi onlardır. Ağlama, acıkma, sıkılma, gülme tüm bunlar onların yaşama karşı gösterdikleri tepkidir ve kendi varlıklarını en çok böyle duyumsatırlar. Buna özellikle anne de hazırdır ve onun her eylemi annede karşılığını bulur.
Ama ne derseniz deyin bunu gerçekleştirmek büyük emek ve enerji gerektirir ve çok yorucudur. Bu cümleler fazlasıyla kışkırtıcı görünebilir ancak tüm bunlar enerji, emek ve sosyal hayatın bir parçası olan ebeveyn için vazgeçişleri gerektirir. Zaten eylemin kutsallığını yaratan şey de bu gerçekliğe rağmen bir şeyler yapmak değil midir? Hiç kaygı ve bıkkınlık belirtisi göstermeden bakımı üstlenilen çocuk, hayatın bir başka gerçekliği içinde sizden uzaklaşmaya başlayabilir mi? Elbette başlayabilir.
İşte tam da burada metne farklı bir pencereden bakabiliriz. Bir anne, karnında taşıdığı çocukla çok mutlu olduğunu fark edip “Onu doğurmaktan vazgeçiyorum.” diyebilir mi? Olabilir. Peki bu gerçekleşir mi? Sonuçta her ikisi de ölür. Anne, karnında taşıdığı çocuğu doğurmak yani onu bedeninden dışarı atmak zorundadır. Doğurulan çocuğu anne kucağına alır ve emzirir. Emzirme eylemi yıllar boyu sürmez. Bir yerde bitmesi ve çocuğun kendini doyurmayı öğrenmesi gerekir. Bu dönük tanım da keskin bir ifade içerir: “sütten kesmek” Bunu yapmadığınız zaman kendinize bağımlı bir çocuğun varlığına katlanmak zorundasınızdır ama yine de bu doğal bir gerçeklik olarak sona erer. Engellemek olası değildir. Sütten kesilen ve büyümeye başlayan çocuk artık çevreyi keşfetmek ihtiyacını duyar mı? Dahası duymalı mı? Buna da verilecek cevap “Evet.” olacaktır. Çocuk, büyüdükçe ebeveynlerinden uzaklaşmak isteyecek ve yaşamını kendisi kurgulamak isteyecektir. İşte burada ebeveynlerin rolü ortaya çıkar. Onlar çocuğun hayatın içine gitmesine ve özgüven içinde var olmasına katkıda bulunmak zorundadırlar. Dahası ve daha önemlisi yavrunuzu, sizin yaşama hazırlamanız gerekmektedir. Çocuğun yaşama karşı duyduğu korkuları, endişeleri ortadan kaldırmak ve onun deneyimleme sürecinde özgüvenini geliştirmek de ebeveynin görevi değil midir? Çocuğun, ebeveynin yanında güvenli, korunaklı, sürekli bir gözetim altında olması elbette bir dönem için ebeveyne rahatlık verecektir ama yaşamın gerçekliğini ve onunla karşılaşmayı hangi mucizevi alet engelleyebilmiş ki? Üstelik gelecekte bununla karşılaşmak şimdikinden daha mı kolay olacaktır? Peki bu süreçte karar vermeyi kim üstlenir? Kim daha kolay karar verebilir? Kim bu süreçte daha güçlü izleyici olabilir?
Masala baktığımızda, anne radikal karar vermede babadan daha güçlü duruyor. Peki bu radikallik aynı zamanda bir acımasızlık mı içeriyor yoksa annenin çocukla olan ilişkisindeki başka deneyimler, bunu kolaylaştırıyor mu? Babaya baktığımızda çocuklarına dönük bir güvensizliğin yansımasını buluruz davranışlarında. Ormanda vahşi hayvanlar tarafından parçalanabilecekleri, kendi başlarının çaresine bakamayacakları, kaybolabilecekleri endişesini paylaşır anneyle. Oysa orman hayatın ta kendisidir ve vahşiliği de sevecenliği ve besleyiciliği de kendi içinde saklı tutar.
Bu ilişki ve paylaşım sürecine baktığımızda annenin sanki “üvey anne” görünümüne büründüğü duygusuna kapılırız. Baba bu denli endişeleri paylaşırken annenin bunlara direnç göstermesi onu tanımlama zorluklarını da beraberinde getirir. Çocukların ilk başta durumu anlayıp (Hansel, konuşmaları duymuştur.) orman götürülmelerine karşı hazırlıklı olmaları aslında evden ayrılmama, eve bağımlılık duygularını çok net yansıtır. Tüm yokluk ve yoksunluğa karşın ev onlar için kolay ayrılamayacakları bir cennettir. Tüm reddedilmişliklerine rağmen anne onlar için vazgeçilmez konumunu korur. Annenin (kadının) ateşin koruyucusu olduğu dönemden başlayarak dokunulmaz (kutsal) koruyucu (tanrısal) oluşu, onu elbette vazgeçilmez kılıyor. İkinci kez evden uzaklaştırılmaları, anneden kopuş kadar yeniden anneye yaklaşmayı da simgeler. Bu özellikle Hansel için geçerlidir. (Oidipus) Yolda karşılarına çıkan pasta ev ve onun büyük bir hazla yenilebilir olması, yeniden bir koruyucu anne karşılaşması olabilir. Pasta evin tehlikeli olabileceği kuşkusu bile onun yenmesine engel olamaz. Çocuklar bu tatlı evi yerken yine anne cennetine döndükleri duygusunu yaşarlar. Anne yine onlara dönmüş ama bu kez kendi bencilliklerini yaşamayı öne çıkarmıştır.
Cadı (anne) burada kurban edici rolündedir. Çocuklara cenneti sunmuş ama karşılığında onları hapsetmiştir. Üstelik artık Hansel’i her şeyiyle yemek istemektedir. “Kendimi feda ediyorsam onlar da feda edilmeyi de hak ederler.” Düşüncesinin dışavurumudur bu. İyi bakım (Hansel, kafeste çok iyi bakılır.) özgürlükten vazgeçmektir. Oysa anne, başta onlara kendi başlarının çaresine bakma seçeneğini sunmuştur. Ama özellikle Hansel, anne cennetine dönmeyi tercih etmiştir. Bu koşullarla metne baktığımızda Cadının (annenin) davranışı intikamcı bir tavırdır. “Kendimi feda ettim, sen de kendini feda edeceksin!” anlayışıdır. Ayrıca cadı Hansel’i kimseyle paylaşmaz, onu sadece kendine ister. Bu paylaşmak istememe duygusu onu yiyerek (kendi içine hapsetme) başkalarına bırakmama şeklinde yansır.
Hansel ve Gretel ormana (Orman hayatı simgeler.) gittiklerinde yollarını şaşırmışlar ve kaybolmuşlardır. Bu onların içsel büyümelerini henüz gerçekleştiremediklerini gösterir ancak pasta eve gelişleri, anne özleminin sembolik olarak yansımasıdır. Yani kaybolabiliriz ama annemiz yine bizi bulur ve cennetini sunar (!)
İşte burada özellikle altını çizerek düşünmemiz gereken nokta, çocuklara sunduğumuz cennetin, kendimizden onlar için vazgeçtiğimiz kadar çocukların da bizim için kendilerinden vazgeçme beklentisini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardığıdır. Bu, özellikle bu masal bağlamında, anne oğul arasındaki ilişkiyi ve beklentileri de ortaya koyar.
Hansel kilitlenmişliği (kafestedir) içselleştirmişken ilginç ve özellikle üzerinde düşünülmesi gereken bir şekilde Gretel bunu kabullenmemiş ve kurtuluş yolları aramıştır. Ve yine çok ilginç bir biçimde masalların birçoğunda erkek kurtarıcı varken –ki bu masalda da başlarda Hansel bu rolü üstlenir görünür- bu masalda Gretel (çok görünür kılınmasa da) kurtarıcıdır, hem de bir erkeğin kurtarıcısı. Ayrıca Gretel, cadıyı (anneyi) fırına iterken ona dönük bağımlılığından da kendini kurtarmıştır. Cadının fırına itilmesi, imgesel olarak onu (anneyi) hayatlarından çıkardıklarını gösterir.
Masalın ana figürlerine baktığımızda ilk başta yaşadığımız izlenimler bizi yanıltır. Önde gördüğümüz resim çoğu zaman korkutucudur, ürkütücüdür. Cadının fırına itilmesi tahammülü zor bir şiddet gösterisidir eğer metni gerçek göndermeleriyle anlamadıysanız. Anne çok kötü bir annedir, hatta vahşi bir üvey annedir eğer çocuklarınızdan bazı kopuş sahnelerinizi ve o onlardaki karşılıklı duyguları unutuverdiyseniz. Oysa her figürün üstlendiği rollere derinlemesine baktığımızda hayatın içinden eşdeğerlerini bulabilmemiz hiç de zor değildir.
Çocuğunuzu sütten kestiğinizde, “Haydi, mamanı kendin ye!” dediğinizde, düştüğünde “Kalk ve üstünü silkele!” dediğinizde, yuvaya götürüp bıraktığınızda (ilk ayrılış) kendinizi üvey anne ya da duygusuz bir baba gibi hissetmeniz hiç de zor değildir. Hatta çocuğunuz size bunu hissettirecek davranışları acımasızca (Ağlar, sızlar, yalvarır, küser, yemekten içmekten kesilir.) göstermiştir. Bu da onun doğasıdır. Ama bildiğiniz bir şey vardır: Çocuğunuzun sosyalleşmesi gerekir. Hatta onu sütten keserken de düşündüğünüz, artık kendi başına beslenmeyi öğrenmesini istediğinizdir. Üstelik bu süreç sütten kesilmiş olmasına karşın oldukça uzundur, çünkü kendini beslemeyi (Yemeyi içmeyi bilmez.) yine çok uzun süreçte öğrenir. Hayatın içinde durma, gıdasını temin etme, kendini korumayı ve savunmayı öğrenme, tüm bunlar ancak sizden uzaklaştıkça ve hayatı deneyimledikçe öğrenilecek şeylerdir. Bunu yapmazsanız ve ona kendi cennetinizi sürekli sunarsanız “Cadı”nın (annenin) yaptığı gibi siz de onu yemeye kalkabilirsiniz
Pamuk Prenses ve Nardaniye Hanım’da Ebeveyn İlişkisi
Pamuk Prenses masalında ebeveyn-kız çocuk ilişkisi, anne-kız kıskançlığı üzerine kuruludur. Baba oğul çatışmasını anlatan birçok mit ve masal vardır ama anne-kız çatışması çoğu zaman görmezden gelinen hatta inanmakta zorluk çekilen bir alandır. Ancak Pamuk Prenses’te bu çok açık biçimde anlatılır. Ama ilginç olan bu masalda ve daha sonra karşılaştıracağımız Nardaniye Hanım masalında babanın varlığı öylesine edilgendir ki…Genel olarak eşlerinin verdiği talimatı yerine getirirler, eşleri de onları “karton aslan” yerine koyar. Kötü bir eş, bir üvey annenin kabul edilmezliği içinde çizilir üvey anne figürü. Oysa bu annelerin gerçek anne olma ihtimali yüksektir. Kendi çocuğunu kıskanmanın aşağılanabilmesi için üvey anne figürü öne çıkar. Toplumsal kabullenmezlik, gerçek anneyi metinde farklı bir görünümde onaylayabilir. Oysa yaşamın reddedilmez bir gerçeğidir görünenler.[2]
Her iki anne de egosu yüksek kadınlardır ve kendilerinin en güzel olduklarına inanmak isterler. Aslına bakarsanız doğal bir kadın davranışıdır bu. Erkekler için de geçerlidir. Ayna karşısında vakit geçirmek, aynadaki kendisiyle konuşmak ve kendisini onaylamak ya da onaylatırmış gibi yapmak… [3] Pamuk Prenses’te bu, ayna ile gerçekleşirken Nardaniye Hanım’da Ay ile gerçekleşir. Ay’ın dolunay oluşu çok önemlidir. Doğunun önemli motifidir ay. Güzelliğin sembolüdür. Güzellik tanımlanırken “Ayın on dördü kadar güzel!” denir. Annenin aya sorması eş değerinden fikir almak gibidir. Ay, dünya dışından olduğu için ona sormak sakınca yaratmaz. Ayna ve ay aynı anda aynı yanıtı verince iki anne de dehşete kapılır.
“Ayna, ayna! Söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?”
Ayna şöyle der: “Kraliçem, burada siz güzelsiniz ama Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel.”
……..
“Ayım, ayım,
Sen mi güzel ben mi güzel?”
Ay da derki oradan:
“Ne sen güzel ne ben güzel,
İlle Nardaniye Hanım güzel.”
Ayna çok dürüst davranmıştır ama anne bunu kabullenmekte güçlük çeker ve kıskançlık onu sarmaya başlar. Bunları söylediklerini duyan Kraliçe kıskançlıktan bembeyaza döner ve o andan itibaren Pamuk Prenses’ten nefret eder. Onun yüzünden bir daha dünyanın en güzel kadını olamayacağından kalbi bir anda değişir. Kıskançlık onu rahat bırakmaz. Avcıyı yanına çağırır ve şöyle der: “Pamuk Prenses’i al ve onu ormana, uzak bir yere götür. Orada öldür, ispat olarak bana akciğerini ve karaciğerini getir, onları tuzlu suda haşlayıp yiyeceğim.
Bu arada Nardaniye Hanım’ın annesi ona bir oyun oynamış yediği tuzlu yemeklerin ardından içtiği suya yılan yavrusu koyup onun karnının şişip hamile görünümü almasını sağlamıştır. Bunu babasına söyleyince onurunu korumak isteyen ama kızına da kıyamayan baba onu alıp bir dağ başına götürür.
Avcı, Pamuk Prenses’i ormana, baba ise dağ başına götürmüştür. Her ikisi de kızlara kıyamaz ve öylece bırakırlar. Pamuk Prenses, ormana Yedi Cücelerin yanına, Nardaniye Hanım da dağ yamacındaki bir kulübede yaşayan Kırk Haramilerin yanına sığınır. Her iki erkek grubu kızları yanlarına kabul ederler ama ilginç bir pazarlık da yapılmıştır.[4] Bu pazarlıkta kadına biçilen rol model vardır. Kadın, hayatının içinde karşısına çıkan erkekleri cinsel bir varlık olarak algılamayacak ama onlara karşı temel görevi olan hizmet etmeyi eksik etmeyecektir. Kadının yeri ocağın başıdır ve evidir.
Bu arada Kraliçe ve Nardaniye’nin annesi huzursuzdur, ayna ve Ay yine göreve çağrılır. Duydukları onları mutlu etmeyecektir ve yine kızlarını ortadan kaldırma mücadelesi devam edecektir.
Ayna ve Ay onların en güzel olmadığını, Pamuk Prenses’in ve Nardaniye’nin en güzel olduğunu söylerler. Avcı, Pamuk Prenses’i öldürmemiştir. Nardaniye Hanım da babası tarafından dağ başında bırakılmıştır. Şöyle de bakılabilir: Her iki baba kızlarının sorunlarını çözememiştir ama onları hayatın içine bırakıp gitmişlerdir. Kızlar artık hayatın içindedir ve erkekler dünyasını tanımaktadırlar. Ancak bu tanım cinsellik içermez, kadının erkeklerin dünyasındaki rolünün içselleştirilmesidir.
Bu arada Kraliçe, Pamuk Prenses’i öldürmek için üç deneme yapar. İlkinde bir kemerle gelir ve kemeri beline takar ve Pamuk Prenses nefessiz kalır, ölür. Ama bilinmesi gereken bir şey vardır: Masallarda ölüm gerçek ölüm değildir. Yedi Cücelerden biri kemeri görüp çözünce Pamuk Prenses hayata döner. İkinci hamlesinde tarakla gelir. Kemer, doğurganlığı ortadan kaldırmayı sembolize ederken tarak güzelliği ortadan kaldırmak anlamına gelir. Zehirli tarağı yine cücelerden biri bulup çıkarınca Pamuk Prenses yine hayata döner. Masallarda üç rakamı önemlidir. Üçüncü kez geldiğinde Kraliçe’nin elinde elma vardır. Elma cennetten kovulmanın yani cinselliği fark etmenin sembolüdür. Pamuk Prenses elmayı yemiştir ve elma onun boğazında takılı kalmıştır. Cüceler ne yapsalar da elmayı bulamazlar.
Nardaniye Hanım’da da benzer süreç yaşanır. Anne ilk olarak zehirlediği kirazlarla gelir ve Nardaniye kirazlardan alır ama çok sevdiği kuşları kiraz yemek isteyince kirazları onlara vermek durumunda kalır. Ama onlara iyilik yapmayı düşünürken onlar Nardaniye’ye iyilik yapmışlar ve zehirli kirazları onlar yemiş, Nardaniye yerine ölmüşlerdir. Nardaniye buna çok üzülür. Haramiler ona kimseden bir şey almamasını tembih ederler ama yine aynı Pamuk Prenses gibi Nardaniye de kadının getirdiği sakızı alır. Çiğner çiğnemez düşüp ölür. Masallar kadına kendi aklını kullanma cesareti vermez, ayrıca akıllı davranan kadına da hiç hoşgörüyle yaklaşmaz.
Pamuk Prenses ve Nardaniye artık ölüdür. Yedi Cüceler ona camdan bir tabut yaparlar ve bir tepeye yerleştirirler. Haramiler de Nardaniye için bir tabut yaparlar ama tabutu her gittikleri yere götürürler.
Pamuk Prensesi bir prens görür ve ona âşık olur. Onu Yedi Cücelerden ister. Nardaniye’yi de bir bey oğlu görür ve Haramilerden ister. Normal koşullarda iki erkek ölü bir kadına âşık olduklarına göre nekrofil olmaları gerekir ama bu masalın gerçeğine uymaz. O zaman ölü olmama ihtimalleri yüksektir. Peki bu durumda ölü olan nedir?
Bu sorunun yanıtı her iki masalda da tektir: Ölü olan bedeni değil cinselliğidir. Kendisini hak edecek bir prens, beyaz atıyla gelene kadar kadın kendi cinselliğini ölü tutmalı ve bu saflığı prense ya da bey oğluna sunmalıdır. Her iki kadın da bunu yapmıştır.[5] Bu da kadına biçilen rol modelin bir parçasıdır. Kadın onu hak edecek bir erkek karşısına çıkana kadar etrafındaki erkekleri cinsel kimlikleriyle algılamaktan uzak tutulur. Pamuk Prenses’in etrafındaki erkekler, cüce figürüyle bastırılmış bir erkeklik olarak varlıklarını sürdürür. Nardaniye’de ise Haramiler, hiçbirimizin olamıyor o zaman kardeşimiz olsun diyerek çözüm bulmuşlardır.
Her üç masalda da çocukların evden gitmesini isteyen annedir. Baba, verilen görevi yerine getirir. Aslında anne çocuklarını hayata hazırlamak istemektedir. Ayrıca çocuğun yanlarında kalması onların yaşama şansını azaltacaktır. Pamuk Prenses ve Nardaniye Hanım’da karşımıza çıkan bir başka gerçeklik kızların büyümesi anneye yaşlandığı gerçeğiyle yüz yüze bırakır. Annenin fark ettiği şey, artık kendisinin en güzel olmadığıdır ve de olmayacağıdır. Bu sert bir yüzleşmedir ve kıskançlığı ortaya çıkarır. Anne-kız çatışmasının temelinde bu gerçek vardır. Masallarda ilginç olan tanıklık çocukları hayatın içine götürme görevinin babada olmasıdır ve baba bunu sorgulamadan yerine getirir. Bu da erkek otoritesinin sorgulanması gerektiğini gösterir.
Kaynakça:
Hansel ve Gretel:
https://www.schlummerienchen.de/maerchen-der-gebrueder-grimm/originale/haensel-und-gretel
Pamuk Prenses:
Nardaniye Hanım:
Boratav, Pertev Naili. (2007). Zaman Zaman İçinde. Ankara: İmge Yayınları.
[1] Das folgende Märchen ist ein Original Märchen der Gebrüder Grimm von 1850 o. 1912. Sprache und Rechtschreibung wurden im Ursprung belassen. Das Märchen kann “grausame” Beschreibungen enthalten. Diese waren zur damaligen Zeit üblich und entsprechen eventuell nicht Deinen Erwartungen an ein Kindermärchen der heutigen Zeit.
Metin, masalın acımasızlıklar içerebileceğini ve bir çocuk masalından beklediklerinizi bulamayacağınızı söylüyor. Özgün maslların çocuğa göreliği konusunda ilginç bir cümle ve gerçekten özgün metin bunları içeriyor.
[2] Pamuk Prenses:
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde kar tanelerinin gökyüzünden tüy gibi düştüğü bir kışın ortasında, güzel bir kraliçe pencere kenarında oturarak elinde siyah tahtadan bir çemberde oya işliyormuş. Oya işlerken ve karı seyrederken iğneyi parmağın batırır ve üç damla kan karın üstüne düşer. Kırmızı beyazın içinde o kadar güzel duruyormuş ki keşke teni kar kadar beyaz, yanakları kan gibi kırmızı ve bu çemberin tahtası gibi kapkara gözleri olan bir çocuğum olsaydı diye düşünür. Bunun üzerine bir kızı olur. Kar kadar beyaz, kan gibi kırmızı ve çemberin tahtası gibi siyah. Bu yüzden adını Pamuk Prenses koyar. Kraliçe bir süre sonra ölür ve saraya yeni bir kraliçe gelir.
Nardaniye Hanım:
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Bir adamcağız varmış. Bunun bir tane, on iki on üç yaşlarında, kıymetli bir kızı varmış. Kızın anası ölmüş. Babası “Kimi alayım, kimi alayım?” diye düşünür dururmuş. Kızın hocası:
“Kızım babana söyle beni alsın, ben sana şöyle bakarım, böyle bakarım…” demiş. Kız da gelmiş eve:
“Baba, alacaksan benim hocamı al. Başkasını istemem.” demiş.
Adam, “Peki.” der. Bu kadını alır.
[3] Pamuk Prenses:
Kraliçe dünyanın en güzeliydi ve güzelliği ile gurur duyardı. Bir aynası vardı, her sabah karşısına geçip: “Ayna, ayna! Söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?’’ Ayna her seferinde cevap verir: “Siz Kraliçem, en güzelsiniz, sizden daha güzeli yok bu dünyada…’’
Nardaniye Hanım:
Ay doğmuş, ayın on beşi… Kadın çıkmış ayın karşısına…
“Ayım, ayım,
Sen mi güzel ben mi güzel?
[4] Pamuk Prenses:
Pamuk Prenses, uyandığında cüceler onun kim olduğunu ve evlerine nasıl geldiğini sordular. Pamuk prenses de onlara annesinin onu öldürmek istediğini ama avcının onun hayatını bağışladığını ve bütün gün koşup en sonunda bu eve vardığını anlatır. Cüceler, Pamuk Prenses’e acıyıp şöyle dediler: “Eğer ev işlerini yapar, yemek pişirir, dikiş diker, yatakları yapar, çamaşırları yıkar, dantel işler ve her şeyi düzenli ve temiz tutarsan bizimle kalır ve hiçbir şeyini eksik etmeyiz. Akşamları eve geldiğimizde yemek hazır olmalı.
Nardaniye Hanım
“Kız senin burada ne işin ne?” derler. Kız da başından geçenleri anlatır.
“Ah!” der, “Beni babam böyle böyle, dağda bıraktı. Allah rızası için, alın beni içeri, size sığındım, bu gece misafir edin.” Kırk Haramiler bakarlar ki dünya güzeli gibi bir kız, yüzüne bakmaya kıyılmaz… Kıza derler ki:
“Sen şurada otur, biz bir düşünelim.” Kırkı da bir odaya girerler, başlarlar müzakereye.
“Birimiz alsak, birimiz ister; birimiz alsak birimiz ister… Bize sığınmış namuslu bir kız, başka türlü de edemeyiz. En iyisi bunu kırkımız kardeş edinelim.” derler. Gelirler:
“Kız!” derler, “Sen bizim dünya ahiret kardeşimiz ol. Biz getirelim sen pişir. Otur, keyfine bak…”
“Peki.” der kız da. Artık bunlar kardeşlerini öyle severler, öyle severlermiş ki dünyada, üstüne toz konduramazlarmış. O da onları severmiş…
[5] Pamuk Prenses:
Pamuk Prenses uzun yıllar boyunca camdan tabutunda yatmış. Hâlâ kar gibi beyaz bir teni, kan gibi kırmızı yanakları ve eğer açabiliyor olsa abanoz ağacı gibi simsiyah gözleri varmış. Tıpkı uyuyor gibi yatıyormuş oracıkta. Günlerden bir gün cücelerin evine bir prensin yolu düşmüş. Orada gecelemek istemiş. Camdan tabutu ve etrafındaki yedi lambayı görünce yaklaşmış. Pamuk Prenses’in eşsiz güzelliği karşısında öylece kala kalmış. Altın yazıları okuduğunda onun bir kral kızı olduğunu öğrenmiş. Cücelerden camdan tabutu içinde Pamuk Prenses’le birlikte ona satmalarını istemiş. Cüceler ise hiçbir altına prenseslerini değişmeyeceklerini söylemişler. Prens: “Bana hediye edin o zaman.” demiş. Onu görmeden yaşayamayacağını, onu her şeyden üstün tutacağını, dünyadaki en değerli varlığı olacağını söylemiş. Yedi Cüceler Prens’in bu yalvarışlarına dayanamayıp tabutu ve Pamuk Prenses’i vermişler. Prens, tabutu sarayına taşıtmış. Pamuk Prenses’in başından hiç ayrılamaz olmuş. Bütün gün yanında oturup gözlerini ondan ayıramıyormuş. Bir nedenle yanından ayrıldığında ise çok üzgün oluyormuş. Prens’in durumu hiç iyi değilmiş. Pamuk Prenses’in tabutu yanında olmazsa tek bir lokma yemek bile yiyemiyormuş. Aşçılar bu durumdan çok şikayetçiymiş. Tabutu her yere taşımaktan bunalmışlar. En sonunda içlerinden biri tabutu açmış Pamuk Prenses’i kaldırmış ve “Ölü bir kız için bütün gün bu kadar eziyet çekiyoruz.” demiş ve Pamuk Prenses’in sırtına eliyle çarpmış. Bu çarpmayla birlikte Pamuk Prenses’in ağzında kalan elma parçası dışarı çıkmış ve Pamuk Prenses canlanıvermiş. Prens sevinçten ne yapacağını şaşırmış. Beraber oturup neşe içinde yemeklerini yemişler. Düğünlerini de bir sonraki gün yapmaya karar vermişler. Tabi ki düğüne Pamuk Prenses’in vicdansız annesi de davet edilmiş. Kraliçe sabahleyin aynasına yaklaşmış ve sormuş: “Ayna ayna, güzel ayna! Söyle bana, en güzel kim bu dünyada?”
Ayna: “Siz kraliçem ama prenses sizden çok daha güzel.” demiş.
Kraliçe bunu duyduğunda çok korkmuş. O kadar çok korkmuş ki bunu söyleyememiş. Kıskançlığına engel olamamış ve prensesi görmek için düğüne gitmiş. Karşısında Pamuk Prenses’i görmüş. Kraliçe’yi orada bir sürpriz daha bekliyormuş. Ateşte kızdırılmış demir terlikler. Ona öyle bir ceza vermişler ki bu terlikleri giyip ölene dek dans edecekmiş.
Nardaniye Hanım:
Şehzade alır bu emaneti, odasına koyar. Ama merak da eder. Bir de açar bakar ki ne görsün, ne görsün, dünya güzeli bir kız. Mum gibi sararmış, güzelliğinden zerre kaybetmemiş. Oğlan deli olur. Kızı kaldırır, köşeye oturtur. O günden sonra, kapıyı kilitler kimseyi içeri koymazmış. Akşamüstü odasına güle güle güle girermiş, sabahleyin ağlaya ağlaya çıkarmış. Bir lalası varmış oğlanın, dikkat etmiş ki bu oğlan gün günden sararıyor, yemiyor, içmiyor. Merak eder. Çilingirden bir anahtar uydurur kapıya. Bir gün girer içeri. Bakar ki ayın on dördü gibi bir kız, sapsarı, cansız yatıyor. Ama ölüye benzemiyor. İhtiyar adam, tecrübeli ne olsa, anlar ki bu sağdır. Orasını eller, burasını eller. Bir de bakar ki avurdunda sert bir şey. Sokar parmağını, çıkarır, bir sakız. O saat kız: “Hapişuuuu, hapişuuuu…” diye aksıraraktan uyanır, gözlerini açar, bakar ki başucunda yabancı birisi.
“Aman, burası neresi? Kardeşlerim nerde? Kuşlarım nerede?” diye başlar ağlamaya… Hemen lala koşar beyin oğluna:
“Müjde, müjde, Şehzadem!” der, “Senin hastan dirildi.”
Şehzade gelir bakar, kız sahiden de dirilmiş ağlıyor… Artık sevincinden çılgına döner. Hemen Kırk Haramilere haber gönderir. Onlar da gelirler, sevinirler, bayram ederler.
Sonra, Bey Oğlu ile Nardaniye Hanım kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenirler. Beyin oğlu kızın başından geçenleri dinler. Babasını getirtir. Adamcağız, kederinden bir kara top olmuş… Beyoğlu sorar:
“Derdin nedir, babacığım?”
“Ah!” der adam, “Derdimi nasıl anlatayım? Çaresiz dert…”
Kızını dağ başına bıraktığını anlatır.
“Niçin yaptın bu işi?” derler. O da:
“Böyle böyle, kızım gezmeye gitmişti… Bir kaza gelmiş başına, namusuma yediremedim.” der.
Kızı çağırırlar. Baba kız birbirlerinin boynuna atılırlar… Kız başından geçenleri bir bir anlatır. Hemen giderler, analığı getirirler. Beyin önüne. Ona derler ki:
“Kırk satır mı istersin, kırk katır mı?” Kadın da:
“Kırk satır düşman başına.” der. Kırk katır verin de sılama gideyim.”
O zaman, kadını kırk katırın kuyruğuna bağlarlar, kırkına bir kamçı vururlar. Üvey ana da yaptıklarının cezasını bulur… Onlar ermiş muradına, bizde erelim muradımıza…