“Bu hikâye Kaw kabilesi olarak bilinen yerli Amerikalıların geleneklerini anlatır. Kawlar, Kansa kabilesi olarak da anılır. Her iki isim de ‘Güney rüzgârı halkı” anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. Kaw’lar başlangıçta Kansas Nehri kıyısında yaşamışlardır”.
Doğum günüm yaklaştıkça kötü rüyâlar görmeye başlamıştım. Tüm Kaw Kızılderililerinin deneyimlemek zorunda olduğu Ta-Na-E-Ka yaşına gelmiştim. Aslında tüm Kaw Kızılderililerinin değil. Rezervasyon[1] bölgesindeki genç ailelerin çoğu bu eski gelenekten vazgeçmeye başlamıştı. Fakat büyükbabam Amos Deer Leg geleneklerine çok bağlıydı. Ayakkabı yerine hâlâ el yapımı boncuklu makosenlerini giyiyordu ve demir grisi saçlarını sıkı sıkı örüyordu. İngilizce konuşabiliyordu ama sadece beyaz adamlarla… Ailesiyle konuşurken Sioux lehçesini kullanıyordu. Büyükbabam, Amerikan süvarilerine karşı savaşan son yerlilerdendi (1953’te seksen bir yaşındayken öldü). Sadece savaşmadı, ünlü Kaw şefi Flat Nose’un hayatını kaybettiği Rose Creek’deki çatışmada yaralandı. O zamanlar sadece on bir yaşındaydı. “On bir”, Kaw kabilesinde sihirli bir kelimeydi. Ta-Na-E-Ka zamanı anlamına geliyordu. Yani yetişkinliğe geçiş. Büyükbabamın defalarca bize anlattığı gibi bir oğlanın kendini bir savaşçı olarak kanıtlayabileceği ve bir kızın kadınlığa ilk adımlarını atabileceği yaştı.
-Savaşçı olmak istemiyorum! diyordu kuzenim. Ben muhasebeci olacağım.
Bense diğer kabilelerin hiçbiri kız çocuklarını dayanıklılık ritüelinden geçirmiyor diye yakındım anneme.
-Düşündüğün kadar kötü olmayacak Mary, dedi annem itirazlarımı görmezden gelerek. Bir kere başardığında asla unutamayacaksın. Gurur duyacaksın. Hatta öğretmenim Bayan Richarson’a bile şikâyette bulundum. Benim tarafımı tutacağını sanıyordum. Ama öyle olmadı.
-Hepimizin farklı gelenekleri vardır dedi bayan Richardson. Şöyle düşün:
-Kaç kız erkeklerle eşit şartlarda rekâbet etme fırsatına sahip? Bu kültürel mirası küçümseme!
Ne miras ama! Hayatımın geri kalanını bir rezervasyonda geçirmeyi düşünmüyordum. İyi bir öğrenciydim. Okulu seviyordum. Hayallerimde uçuşan elbiseleri ile ejderhalardan kurtarılan bayanlar ve onları kurtaran zırhlı şövalyeler vardı. Kızılderili olmanın heyecan verici olduğu aklıma gelmemişti. Ama ben her zaman Kawların kadın kurtuluş hareketinin öncüleri olduğunu düşünmüştüm. Ben ve Kawlardan başka hiçbir Kızılderili kabilesi hayatının yarısını bu konuyu araştırarak geçirmemiş ve kadınlara bu kadar eşit davranmamıştır. Sioux Ulusu’nun alt kabilelerinin çoğunun aksine Kaw kabilesi, erkek ve kadınların birlikte yemesine izin veriyordu. Henüz bu kültür oluşmadan yüzyıllar öncesinde bile bir Kaw kadını babası evliliği ayarlasa da eş adayını reddetme hakkına sahipti. En bilge kadınlar (Genelde bilgelik yaşla eş tutuluyordu) sıklıkla kabile konseylerinde bulunurdu. Dahası çoğu Kaw efsanesi yüksek ovaların bir Jeanne d’ Arc’ı olan ve bir tür süper kadın olan “iyi kadın” etrafında döner, iyi kadın Kaw savaşçılarını savaştan savaşa götürürdü ve her savaştan gâlip çıkarlardı. Kızların yanısıra erkeklerin de Ta-Na-E-Ka’ya katılmaları gerekiyordu. Törenin şekli kabileden kabileye değişse de kızılderililerin ovalardaki yaşamı hayatta kalmaya adanmış olduğundan Ta-Na-E-Ka bir hayatta kalma mücadelesiydi.
-Dayanıklılık Kızılderililerin en yüce erdemidir diye başladı büyükbabam:
-Hayatta kalmak için katlanmalıyız. Ben çocukken Ta-Na-E-Ka şu an olduğu gibi basit bir sembolden daha fazlasıydı. Kutsal bir bitkinin suyuyla beyaza boyanırdık ve çıplak bir şekilde bıçak bile kullanmadan vahşi doğaya gönderilirdik. Beyazlık kayboluncaya kadar geri dönemezdik. Yıkamakla çıkmazdı. Neredeyse on sekiz gün sürerdi ve bu süre zarfında hayatta kalmak, yiyecek bulmak ve bazen de böcek yemek zorunda kalırdık. Ayrıca kökler ve bazı zehirli meyvelere ve düşmanlara karşı dikkatli olmalıydık. Düşmanlarımız vardı. Bu dayanıklılık sınavında Kaw erkek ve kız çocuklarını yakalamaya çalışan beyaz askerler ve Omaha savaşçıları olurdu.
-Peki başaramazsak ne olur? diye sordu Roger.
Ben doğduktan sadece üç gün sonra doğmuştu ve Ta-Ne-E-K a’yı beraber deneyimleyecektik. Onun da korktuğunu bilmek beni rahatlatıyordu.
-Çoğu geri dönmedi, dedi büyükbaba.
Sadece en güçlü ve korkusuz olanları dönmüştü. Dönmeyenlerin annelerinin ağlamasına izin verilmezdi. Eğer bir Kaw başaramamışsa arkasından ağlamaya da değmezdi. Bu kaderimizdi.
-Ne saçma! diye fısıldadı Roger. Bundan kurtulmak için her şeyi verirdim.
-Başka seçeneğimiz olduğunu sanmıyorum diye cevap verdim. Roger kolumu hafifçe sıktı:
-Eh, sadece beş gün.
Beş gün. Belki de beyaza boyanıp on sekiz gün çıplak gönderilmekten iyidir. Çıplak ayak ve mayoyla ormana gönderilecektik. Büyükbabamız çıplak gönderilmemizi önerdiğinde çok gelenekçi ebeveynlerimiz bile karşı çıkmıştı. Beş gün boyunca topraktan geçinmek, elimizden geldiğince sıcak kalmak, bulabildiğimiz her yerden yiyecek toplamak zorundaydık. Mayıs ayıydı ama Missouri Nehri’nin en kuzey kesimlerinde hava hâlâ soğuktu. Hele geceleri daha da soğuk…
Büyükbaba bir aylık Ta-Na-E- Ka eğitiminden sorumluydu. Bir gün bir çekirge yakaladı ve parmaklarıyla bir tutuşta bacaklarının ve kanatlarının nasıl koparılacağını ve yutulacağını gösterdi bize. Ben fena oldum, Roger ise yeşile dönmüştü. İyi ki 1947’de olmuş dedim, Roger’a şakayla karışık.
– Senden berbat bir savaşçı olurdu. Roger yüzünü buruşturdu. Bir şeyi iyi biliyordum. Bir Kaw Kızılderili kızı ne kadar aç olursa olsun bir çekirgeyi asla yutmazdı. Ve sonra aklıma bir fikir geldi. Neden daha önce düşünmemiştim ki? Yumuşak çekirgeleri gördüğüm kâbus dolu gecelerimi kurtarırdı. Öğretmenimin evine doğru yöneldim.
-Bayan Richardson, dedim. Bana beş dolar verir misiniz?
-Beş dolar mı? Dedi. Ne için?
-Bahsettiğim töreni hatırlıyor musunuz?
-Evet Ta-Ne-E-Ka. Ailen bana yazdı. Seni okuldan izinli saymamı rica ettiler katılabilmen için.
-Bunun için bazı şeylere ihtiyacım var diye beyaz bir yalan uydurdum. Ailemden para almak istemiyordum.
-Para ödünç almak suç değil Mary. Ama onu nasıl geri ödeyeceksin?
-Senin için on kez bebek bakıcılığı yapabilirim, dedim.
-İşte, bu olur, dedi ve bana daha önce hiç sahip olmadığım gıcır gıcır bir beş dolar uzattı ve ekledi:
-Paranın iyi bir amaç için kullanılacak olması beni sevindiriyor.
Birkaç gün sonra ritüel büyükbabanın karar verme çağına geldiğimiz, artık kendi başına mücadele etmek zorunda olduğumuz ve en korkunç sınavlardan sağ çıkabileceğimizi kanıtlamamız gerektiği söylemlerini içeren uzun konuşmasıyla başladı. Akşam yemeği için evimizde toplanan tüm arkadaşlar ve akrabalar kendi Ta-Ne-E-Ka deneyimleri hakkında şakalar yaptılar. Kalan vaktimizi iyi değerlendirmemizi salık verdiler. Çünkü önümüzdeki beş günde kendimizi cır cır böcekleriyle tıka basa doyuruyor olacaktık. Ne Roger ne de ben çok aç değildik. Muhtemelen muhasebeci olduğumda buna güleceğim dedi Roger titreyerek.
-Sen titriyor musun? diye sordum.
– Ne düşünüyorsun? diye sordu Roger.
-Erkek çocuklarının da titrediğini bilmek beni mutlu ediyor, dedim.
Ertesi sabah altıda anne ve babamızı öptük ve ormana doğru yola koyulduk.
-Hangi taraftan, diye sordu Roger.
Kurallara göre Roger ve ben ormanın ayrı bölgelerinde alanlar belirleyecektik. Tüm bu zorlu deneyim boyunca iletişim kurmayacaktık.
-Eğer sana da uyarsa ben nehre doğru gideceğim, dedim.
-Elbette dedi Roger. Ne fark eder ki?
Bana göre çok şey fark ediyordu. Nehrin birkaç mil yukarısında bir marina vardı ve orada demirlemiş tekneler vardı. En azından ben öyle umuyordum. Bir teknenin, bir yaprak yığınının altında uyumaktan daha iyi bir yer olduğunu düşündüm.
-Neden başını tutmaya devam ediyorsun? diye sordu Roger.
-Bir şey yok, sadece biraz gerginim, dedim. Saç tokasıyla saçıma sıkıştırdığım beş doları kaybetmekten korkuyordum. Yol ayrımına geldiğimizde Roger elimi sıktı ve:
-İyi şanslar Mary, dedi.
Ben de ona “N’ko-n’ta” dedim. Kaw dilinde cesaret anlamına gelen kelimeydi.
Güneş parlıyordu ve hava sıcaktı. Çıplak ayaklarım ağrımaya başladı. Büyükbabamın bize anlattığı meyve çalılarından birini gördüm. Şanslısın demişti. “Meyveler ilkbaharda olgunlaşır. Lezzetli ve besleyicidirler”. Turuncu ve yağlıydılar. Birini ağzıma attım:
-Ööö! Tükürdüm. Berbat ve acıydı. Düşünmek istemesem de çekirgeler bile muhtemelen daha lezzetliydi. Ayaklarımı dinlendirmek için oturdum. Bir tavşan dut çalısının altından fırladı. Tükürdüğüm dutu kokladı ve yedi. Onları beğendi. Burnunu seğirerek bana baktı. Kızıl saçlı bir ağaçkakanın bir karaağacı deldiğini izledim ve bir misk kedisinin dalların arasından yürüdüğünü gördüm. Birdenbire artık korkmadığımı fark ettim. Ta-Na-E-Ka tahmin ettiğimden daha eğlenceli olabilirdi. Ayağa kalktım ve marinaya doğru yöneldim.
-Tek bir tekne bile yok! Dedim kendi kendime umutsuzca. Ama kıyıdaki restoran, Ernie’s Riverside, açıktı. Mayoyla kendimi aptal gibi hissediyordum. İçeri girdim. Tezgâhta iri yarı ve sert görünümlü bir adam vardı. Üzerinde “Fort Sheridan 1994” yazan bir tişört giymişti ve bir elinde sadece üç parmağı vardı. Bana ne istediğimi sordu.
Param olduğunu anlaması için beş doları elimde tutarak:
-Bir hamburger ve bir milkshake, dedim.
-Bu oldukça ağır bir kahvaltı, diye mırıldandı.
-Ben kahvaltıda hep bunu yerim, dedim.
-Kırk beş sent, dedi bana yemeği getirirken. (1947’lerde hamburger 25 sentti ve sütlü içecekler yirmi sentti).
Lezzetli diye düşündüm. En azından çekirgelerden. Ayrıca büyük babam bir kez bile bana hamburger yiyemeyeceğimden bahsetmemişti. Yemek yerken aklıma harika bir fikir geldi. Neden restoranda uyumayayım? Pencerenin kilitli olmadığından emin olmak için bayan tuvaletine gittim. Sonra dışarı çıktım ve nehir kıyısında oynayıp su kuşlarını seyrettim ve her birinin ismini tek tek saydım. Ertesi gün bir kunduz barajı keşfetmeyi planlıyordum. Restoran gün batımında kapandı ve ben üç parmaklı adamın uzaklaşmasını izledim. Sonra açık pencereden içeri girdim. Gece lambası yanıyordu. Bu yüzden hiç ışık yakmadım. Tezgâhın üzerinde bir radyo vardı. Bir müzik programı açtım. Restoran sıcaktı ve çok acıkmıştım. Kendime bir bardak süt ve bir parça turta aldım. Yediklerimin listesini tutarsam ona göre para bırakabilirim diye düşünüyordum. Sonra erken kalkmayı, pencereden gizlice dışarı çıkmayı ve üç parmaklı adam dönmeden önce ormana doğru kaçmayı planladım. Radyoyu kapattım. Adamın önlüğüne sarındım ve sert zeminde uyuyup kaldım.
-Burada ne işin var senin çocuk? dedi bir ses. Bu adamın sesiydi. Sabah olmuştu, ben uyuyakalmıştım ve korkuyordum.
-Dur bakalım evlat, sadece burada ne aradığını bilmek istiyorum. Kayboldun değil mi? Rezervasyon bölgesinden mi geliyorsun? Ailen senin için endişelenmiş olmalı. Telefonları var mı?
-Evet, evet dedim. Ama sakın onları arama.
Titriyordum. Bana isminin Ernie olduğunu söyleyen adam ben Ta-Na-E-Ka’yı anlatırken bana bir fincan sıcak çikolata hazırladı.
-Duyduğum en saçma şey, dedi ben anlatmayı bitirince. Hayatım boyunca rezervasyon bölgesinin yanında yaşadım, Ta-Na-E-Ka nasıl söyleniyorsa adını ilk kez duyduğum bir şey. Bana baktı tüylerim diken diken olmuştu.
Bir çocuğa yapılabilecek en aptalca şey, dedi. Benim de aylardır düşündüğüm şey buydu ama Ernie söyleyince sinirlendim.
-Hayır bu aptalca değil. Bu Kaw’ın bir geleneği. Bunu yüzlerce yıldır yapıyoruz. Annem, büyükbabam ve ailemdeki herkes bu deneyimi yaşadı. Kaw’ın iyi savaşçılar olmasının sebebi bu, dedim.
-Tamam, büyük savaşçılar diye kıkırdadı Ernie ve kalmak istiyorsan benim için sorun yok, dedi.
Süpürge dolabına doğru gitti ve bana bir paket fırlattı. Bu, kayıp eşya dolabı, dedi. İnsanların teknelerde unuttuğu şeyler var burada. Belki içinde seni sıcak tutacak bir şeyler vardır.
Kazak bol duruyordu ama ısıtmıştı beni. Kendimi iyi hissediyordum. Yeni bir arkadaş bulmuştum. Üstelik Ta-Na-E-Ka’ yı başarıyla sürdürüyordum. Büyükbabam deneyimin macera dolu geçeceğini söylemişti ve öyleydi. Büyükbabam misafirperverliği kabul etmeyin diye bir şey söylememişti. Tüm süre boyunca Ernie’nin restoranında kaldım. Sabahları ormana gidip hayvanları seyrediyor, Ernie’nin restoranındaki masalar için çiçek topluyordum. Kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Missori’de güneşin doğuşunu izlemek için erkenden kalkıyordum ve gün batımında yatmaya gidiyordum. Ernie’ye yiyecekler için tüm paramı alması konusunda ısrar edip istediğim her şeyi yedim.
Ernie, “Bunu emanet olarak saklayacağım” diye söz verdi ve parayı aldı (Evet öyle de yaptı ama neyse bu başka bir hikâye).
Beş gün bittiğinde üzüldüm. Ernie ile geçirdiğim her dakikanın tadını çıkarmıştım. Bana batı usulü omlet yapmayı ve Ernie tarzı Chili (halâ en sevdiğim yemeklerinden biri) yapmayı öğretti. Ben de Ernie’ye Kaw kabilelerinin efsanelerini anlattım. Kaw halkıyla ilgili bu kadar şey bildiğimi hiç fark etmemiştim. Fakat Ta-Na-E-Ka artık sona ermişti ve akşam dokuz buçuğa doğru eve yaklaştım. Yeniden kaygılanmaya başladım. Ya büyük babam bana böğürtlenleri ve çekirgeleri sorarsa? Ayaklarım yerden kesildi. Bir kilo bile vermemiştim ve saçlarım hâlâ taranmış görünüyordu.
-Beni gördüklerine çok sevinecekler dedim umutla kendi kendime. Öyle sevinecekler ki soru sormak akıllarına bile gelmeyecekti. Kapıyı açtım büyükbabam girişte bekliyordu. Dedesine ait olan boncuklu geyik derisi tören gömleğini giymişti. “N’g’da’ma” dedi.
-Tekrar hoş geldin.
Annem ve babamı sıcacık bir şekilde kucakladım, ancak kuzenim Roger’ı kanepede yorgunluktan serilmiş vaziyette görünce dona kaldım. Gözleri kızarmış ve şişmişti. Kilo vermişti. Ayakları su kabarcıklarıyla dolu ve kanlıydı. “Başardım bak başardım. Ben bir savaşçıyım. Bir savaşçı” diye inliyordu.
Büyükbabam garip bir şekilde bana baktı. Temizdim. İyi beslendiğim belliydi ve oldukça sağlıklı görünüyordum. Anlamışlardı. Annem ve teyzem bana düşmanca bakıyorlardı. Sonunda büyük babam:
-Bu kadar sağlıklı görünmeni sağlayacak neler yedin? diye sordu. Bir an nefesimi tuttum ve gerçeği itiraf ettim:
-Hamburger ve milkshake
-Hamburger mi! diye gürledi büyük babam.
-Milkshake mi? diye inledi Roger.
-Çekirge yememiz gerektiğini söylemedin, dedim utanarak.
Bize, Ta-Ne-E-Ka ile ilgili her şeyi anlat dedi büyük babam. Onlara her şeyi anlattım. Beş dolar ödünç almamdan, Ernie’nin nezâketine, Ernie’den kunduz gözlemlerime kadar her şeyi tek tek anlattım.
-Ben seni bunun için eğitmedim, dedi büyükbabam üzüntüyle.
Ayağa kalktım.
-Büyükbaba, Ta-Ne-E-Ka’nın önemli olduğunu öğrendim. Eğitim boyunca bunu düşünmemiştim. Çünkü çok korkuyordum. Ama kendi yöntemimle hallettim. Ve korkacak bir şey olmadığını anladım. 1947’de hamburger yiyebilecekken çekirge yemek için hiçbir sebep yok.
-Bu kadar cüretkâr olabileceğin aklıma gelmezdi. Ama bu hoşuma gitti.
-Büyükbaba bahse girerim sen de o çürük meyvelerden asla yemedin.
Büyükbabam kahkahalarla gülmeye başladı. Öyle çok güldü ki annem, babam, teyzem şaşkına dönmüştü. Büyükbabam asla gülmezdi. Asla.
-O meyveler gerçekten berbattı dedi. Onları hiçbir zaman yutamadım. Ta-Ne-E-Ka’nın ilk gününde denizde ölü bir geyik buldum. Muhtemelen bir asker tarafından vurulmuştu ve deneyimim boyunca beni tok tuttu.
Büyükbabam gülmeyi kesti ve:
-Seni tekrar göndermeliyiz, dedi.
Roger’a baktım.
-Oldukça akıllısın Mary, diye homurdandı. Senin yaptığını yapmayı asla düşünemezdim.
-Muhasebecilerin sadece aritmetikte iyi olmaları gerek, dedim rahatlatıcı bir şekilde. Ben aritmetikte berbatım.
Roger gülümsemeye çalıştı ama başaramadı. Büyükbabam beni yanına çağırdı.
-Kuzeninin yaptığını yapmalıydın. Ama bence sen bugün insanlarımıza olanlara karşı bizden daha uyanıksın. Bence her koşulda her zaman bu testi geçerdin. Bir şekilde Kızılderililer için yaratılmamış bir dünyada nasıl var olacağını biliyorsun. Hayatta kalmakta sorun yaşayacağını sanmıyorum.
Büyükbabam pek de haklı değildi ama onu başka bir zaman anlatırım.
Yazar: Mary Whitebird
İngilizceden Türkçeye Çeviren: Burcu Yaman
Düzeltmen: Semanur Öztürk
Kaynak Metin: Scholastic Voice, December 13, 1973
-
Kuzey Amerika Kızılderilileri veya Avustralya Aborjin halkı için yerleşime ayrılmış arazi, alan. ↑



