“Masallar, çağdaş bir anlayışla yeniden yazılmalı.”

Necdet Neydim:

“Masallar, çağdaş bir anlayışla yeniden yazılmalı.”

Söyleşi: Sevda Müjgan

Sevda Müjgan: Bugün konumuz “Sevginin Peşinde”. Masalınızın başında bir not var: “Klasik Anadolu masallarından yola çıkılarak eşitlikçi bir dille yeniden yazılmıştır.” Bu not, sizin masalınızı klasik Anadolu masallarından ayıran yönün eşitlikçi bir dille yazılması olduğuna dikkat çekiyor. Kitabınızın okurları çocuklar olduğuna/olacağına göre eşitlikçi dil, çocuklar açısından neden önemlidir? Bunu açabilir miyiz?

Necdet Neydim: Hem çocuğun eşitliği hem de cinsiyet eşitliği kavramı çok önemli. Tarihsel süreçte yetişkinler dünyasında çocuğun yeri hep geride kalmıştır. Nesneleştirilmiş bir çocuk anlayışı da söz konusudur. Nesneleştirilmiş çocuk anlayışı dediğimiz zaman, orada kız ya da erkek çocuk ayrımı yoktur. Çocuk olduğu zaman basittir, anlamsızdır, değersizdir. 19. yüzyıl sonuna hatta 20. yüzyıl ortalarına kadar olan süreçte çocuk, kolay vazgeçilebilen bir varlık olarak ele alınmıştır. Bu çerçeveden baktığımızda masallarda, mitolojide çocuğun çok fazla değerli olmadığını görürüz. Daha vahim olan ise masallar erkeği önemserken kız çocuğuna erkeklere hizmet etmekle görevli olarak büyümeleri gerektiğini dikte etmiştir. Pamuk Prenses’i ele aldığımızda, Pamuk Prenses ormanda kimin yanında yaşar? Yedi Cüceler’in. Yedi Cüceler’in cinsiyeti nedir? Erkek. Sen, Pamuk Prenses bile olsan görevin erkeklere hizmet etmektir. Pamuk Prenses, Yedi Cüceler’in yanında yemek yapar, evi temizler. Eline kazma kürek alıp onlar gibi madene gitmez, üretime katılmaz, evdedir. Kadına biçilen rol model, “Seni hak eden bir beyaz atlı prens gelene kadar, sen kendini ona saklamalısın.” mesajlarıyla doludur. Çok sevilen Pamuk Prenses de bile bu vardır. Erkeğe biçilen rolde ise “Haydi sen atla atına, Kaf Dağı’nın ardına git, oradaki çiçekleri derle ya da ejderhanın kellesini uçur.” gibi mesajlar vardır. Erkeğin üstlendiği rol kahramanlıktır, öyle bir şey yapmazsa toplum tarafından pısırık bir erkek olarak aşağılanır. Masallar yazıya geçtiği anda ölmüştür. Masal, sözlü kültür ürünüdür. Her anlatıcı o masala kendinden bir şey katarak anlatır, o nedenle eğer sözlü kültür şeklinde devam etmiş olsaydı eşitlikçi anlayışı önceleyen kesim bu masalları bu şekilde anlatır, gelenekçi kesim var olan biçimiyle anlatmaya devam ederdi. Masallar her anlatıcı ile yeniden yorumlanabilen ve anlatılabilen metinler olmalıdır. Ben de bu düşünceyle yola çıktım. Bunu yapan pek çok arkadaşımız var.

S. M: Çocuk edebiyatında çocuklar açısından zor kabul edilen kimi konular vardır. Savaş ve ölüm gibi. Masalınızdaki kaplumbağanın babası savaşa gitmiştir ve bir daha dönmemiştir. Çocuk kitapları yazmak isteyenler adına sormak istiyorum. Zor kabul edilen bu konulara çocuk kitaplarında yer verirken nelere dikkat etmeliyiz? Çocuklar için sakınılması gereken konular var mıdır? Yazarın tutumu ne olmalıdır? Çocuk edebiyatında bu konuda zaman zaman tartışmalar yaşandı.

N. N: Ben masalda “Kaplumbağanın babası savaşa gitmiş, dönmemiştir.” diyorum. Savaşa giden dönmeyebilir. Savaş sonuçta dönmemeyi de ortaya koyan bir eylemdir. Doğru bir eylem değildir, tabii ki bağımsızlık savaşı yapmıyorsanız. Savaşa giden bir babanın geri dönmemesi, örtülü anlamda artık onun yaşamadığına işaret eder. Savaşa gitti, vuruldu, üzerine bir top mermisi düştü, makineli tüfek atışı altında kaldı diye anlatmaya kalksam… Ki yapabilirdim bunu, yapmadım. Çocuğun kafasında şöyle bir soruyu oluşturabilmek benim için önemliydi: Baba savaşa gittiğinde neden dönmedi? Bu soruyu yakın çevresindekilere sorabilir. Çocuk bu soruyu sorabiliyorsa yetişkin de buna cevap vermelidir.

Ölüm konusuna gelince çocukların ölümü algılayışları yaşa göre çok farklıdır. Bir araştırmada yer verilen bir örnekten söz etmek istiyorum. Dört-beş yaşlarında bir çocuk anneannesine şöyle soruyor:

-“Anneanne, sen bir gün ölecek misin?” Anneannesi onu:

– “Evet yavrucuğum.” diye yanıtlıyor.

-“Peki, seni gömecekler mi?”

-“Evet yavrucuğum.”

-“Çok derine mi gömecekler? Sen bir daha oradan çıkamayacak mısın?”

-“Çıkamayacağım.”

-“Oh be! Artık dikiş makinenle oynayabilirim.”

Dört-beş yaşındaki çocuğun ölümü algılayışı böyle: derinlerde bir yere gömülmek, orada kalmak. Çocuğun o yaşta bizim anladığımız anlamda bir ölüm algısı yok. Her yaşın algısı farklıdır. Ölümü, savaşı, yokluğu anlatacak yazarların çocukların psikolojilerini bilmesi, algılamalarını iyi araştırması gerekir. Anlatılamaz konu yoktur, nasıl anlattığınız önemlidir. Ölümü anlatacağım, savaşta kollar bacaklar kopuyor, kafa bir yerde şeklinde niye anlatayım? Savaş birinin yok olmasıdır, bu anlatılabilir. Kime, nasıl anlattığınız önemli. Ben çok basit anlattım. Kaplumbağanın babası savaşa gitmiştir ve dönmemiştir. Çocuğun kafasında oluşacak sorulara yetişkinler cevap vermelidir. Yani şunu söyleyemezler: “Yazar burada niye ölümden, savaştan bahsetmiş?” Bunu söyleyip oradaki kavrama karşı çıkarlarsa ucuz bir tepki gösteriyorlar derim. O zaman hayattan kopuk, hayatla iletişimi olmayan bir çocuğun varlığı söz konusu demektir. Oysa her akşam televizyonu açtığımızda bir yerde yaşanan bir savaştan, ölümden söz edildiğini duyuyoruz. Bizimle birlikte yanı başımızdaki çocuğumuz da aynı şeyleri duyuyor.

S. M: “Okurun karşısında hangi özellikleriyle öne çıkan bir kaplumbağa var?” diye düşündüğümüzde kaplumbağanın öncelikle vurgu yaptığınız özelliğinin yalnızlık olduğunu görüyoruz. Okurun karşısında yalnız bir kaplumbağa vardır. Bu noktada kitabın adını anımsadığımızda (Sevginin Peşinde) yazarın yalnızlığın karşısına sevgiyi çıkardığını söyleyebiliriz. Kaplumbağa, kanaryaya âşık oluyor, onun ardına düşüyor. İnsan ve aşk masalların sevdiği ancak çocuk ve aşk, yetişkinlerin pek sevmediği bir ikilidir. Neler eklemek istersiniz?

N. N: Çok güzel, hoş bir soru. Çocuk ve aşk bir araya gelince yetişkinlerin bir anda paniğe kapıldıkları bir alandan söz ediyorsunuz. Aslında paniğe kapıldıkları şey kendi algıları. Çocuğun yaşadığı sevgi, aşk yetişkinin yaşadığı aşkla alakalı değildir. Çocuğunki doğaldır, kendiliğindendir ve yetişkinin kafasındaki başka hazlar devreye girmez çocuğun aşkında. Kendi algısını çocukla özdeşleştirmek yetişkinin hatasıdır. Bir çocuğun karşı cinsle bir sevgi ilişkisine girmesi kadar güzel bir şey yoktur. Bu onu olgunlaştırır, kimlik sahibi olmasını sağlar. Ben ilkokul 4. sınıftayken önümde oturan bir kız arkadaşımla çok hoş bir muhabbetimiz vardı. Bunun beni o yaşlarda olgunlaştırdığını düşünüyorum. Karşı cinsle neyi nasıl konuşursunuz, neyi nasıl paylaşırsınız, ben orada o yaşımda öğrendim. Ama bu beni farklı bir noktaya taşımadı. Karşı cinsle konuşurken benim onu yok etmem ya da ona sahip olmam gerekiyor gibi bir duyguya kapılmadan onu bir insan olarak görmek, hayatının bir parçası olarak görmek önemlidir. Bir insan birini sevince o benimdir demez. Kaplumbağa da aynı şeyi yapıyor. Kanaryanın sorunlarına sahip çıkıyor ama ona sahip çıkmıyor. “Sen benimsin.” demiyor. Bu çok önemli. Onun yaşadığı her sorunu çözmeye, onun hayatında var olmaya çalışıyor. Sevgi budur. Sevgi vermek üzerine kuruludur. Hem vereyim hem alayım değildir, sadece vermektir. Karşılığını da alırsanız ne hoş. Vermeyi öğrenmek gerekiyor. Kaplumbağa da öyle özverili ki, öyle güzel şeyler yapmaya çalışıyor ki… Kanaryanın hayatın içinde var olması için çalışıyor. Onun bu biçimde sevmesini çok önemsedim. Sevgiden korkulmaz. Anne baba, sülale karşı cinsi sadece dişilik ya da erkeklikle tanımlamaya kalkarsa bir insan, bir değer olarak algılamayıp bu erkek ya da kız diye tanımlamaya kalkarsa, çocuklarına bunu dayatırsa o zaman sorunlar yaşamaya mahkûmdurlar. Bir kız çocuğu yalnızca dişi bir varlık değildir, bir insandır. Bir erkek çocuk da yalnızca eril bir varlık değildir. İnsanların bir araya gelmesi, farklı cinsteki insanların bir araya gelmesi söz konusudur ve bu çocukların olgunlaşmasıyla bağlantılıdır. Anneler babalar erkek çocuklarına şöyle demesinler: “Kızlar senin peşinden koşacak, sen çok canlar yakacaksın.” Neden böyle konuşuyorlar, neden kızların canı yansın, neden kız ve erkek birbirlerinin canlarına can katmak derdinde olmasın? Onun için anne babalar kendi sınırlarını iyi çizmeliler, kendi hayat algılarını, karşı cins algılarını gözden geçirmeliler, önce kendilerini sorgulamalılar. Sonra çocukların yaptığı şeylere karşı çıksınlar çıkmaları gerekiyorsa.

S. M: Masalımızdaki kaplumbağa düşünmeyi sever ancak bu özelliği annesini kaygılandırır. Düşünmenin oğlunun başına dertler açabileceğinden korkar ve bu nedenle ona engel olmak ister. Ben burada kitabı çocuklarıyla, öğrencileriyle birlikte okuyacak ebeveynlere, öğretmenlere üzerinde konuşup tartışacakları bir konu daha sunduğunuzu düşündüm. Düşünmek sakıncalı mıdır? Düşünmenin kaplumbağanın başına dert açıp açmadığını bilmiyoruz ama düşündükçe varsıllaştığını hissettiğini biliyoruz. Düşünmek insanı nasıl varsıllaştırır? Kafa yorulması gereken bir başka konu. Neler eklemek istersiniz?

N. N: Kaplumbağa düşünüyor. Çocuklar da düşünür, sürekli sorarlar, “Anne, baba bu ne?”, “Niye öyle oluyor?” diye. Kırk soru sorarlar gün boyu. Çocuklar hayatı anlamaya, algılamaya, birtakım olayların nedenlerini sorgulamaya, cevaplarını buldukları zaman yeni sorular sorup yeni yolculuklar yapmaya çok hazırdırlar. Biz aslında çocuklar büyürken onların soru sormalarını engelleyerek düşünme sınırlarını belirlemeye çalışıyoruz. Düşünme konusu çok önemli. Kant diyor ki “Kendi aklını kullanma cesaretini göster.” Eğer bir insan kendi aklını kullanmayıp başkalarının aklıyla kendilerini yönetmeye ya da yönetilmeye kalkarsa o zaman o insanın hayatın içindeki varlığı konusunda ben kuşku duyarım. İnsan sorular sormalı, cevaplarını bulmalı, o cevaplarla kendi aklıyla hayatını yönlendirebilen güçlü varlıklar olabilmeli. Çocuklar da aynı biçimde hayatlarını belirlerler. Kaplumbağa düşünüyor. Annesinin endişesi ise şu: Çok düşünürse… Düşünmek tehlikeli. Düşünürseniz düşünce oluşturursunuz. Düşüncenizi paylaşırsınız. O düşünce birilerini rahatsız edebilir. İnsanlar tarihleri boyunca düşünce özgürlüğü için mücadele etmişler. Niye? Sorun orada düğümleniyor. Düşünmek, var olana karşı sorgulamayı getirir. Sorgulamak eleştiriyi getirir. Eleştiri bir süre sonra var olanın değişmesi talebini de getirir, bu tehlikelidir. Kaplumbağanın annesi de yaşam deneyimlerinden yola çıkarak endişelerini dile getiriyor. Gerçekten haklı mı, kaplumbağa düşünmesin mi? Düşünmezse kendini hayatın içinde nasıl bir varlık olarak görecektir?

S. M: Masalınızda kaplumbağa, kanaryaya âşık oluyor. Dünyası birdenbire kanarya oluyor ve gözü ondan başkasını görmüyor. Başlangıçta yalnız ama mutlu olduğunu söylediğimiz kaplumbağa aşka düştükten sonra mutluluğunu yitiriyor, diyebilir miyiz? Aşk, onun dünyasını nasıl değiştiriyor? Çocuk okurlarınız bu noktada neyi fark etmelidir?

N. N. Mutsuzluk değil. Âşık olduktan sonra kaplumbağanın hayatında bir sürü şey değişiyor. Kaplumbağa birileri için bir şey yapmaya çalışıyor. Başka birine bir şey yaparak kendinizi var etmeye başlıyorsunuz. Kaplumbağa yalnızlığında kendisini üretemezken âşık olduğu zaman bir sürü şeyi üretmeye başlayan bir varlık oluyor, kendini çoğaltıyor. Kendinizi çoğaltırsanız hayatı da çoğaltırsınız. Elbette hiçbir şey yapılmayan hayat, sorunsuz bir hayattır. Ancak hayat mıdır, onu da bilmiyorum.

S. M: Çocuk okurlarınız kanaryayı nankörlükle suçlayıp ona kızabilirler mi? Kanarya nankör müdür?

N. N: Kitabın çizerinin oğlu, öykünün sonunda kaplumbağanın kanaryaya ulaşamamasına çok bozulmuş. Demiş ki ben bu öyküyü yeniden yazacağım. Bayıldım bu tavra. Yeter ki böyle tepki gelsin. Çocuk, kaplumbağanın kanaryaya kavuşmasını istiyor. “Kavuşamadı, ben yeniden yazacağım.” diye düşünüyor. Demek ki kendi hayatında bir şeyleri bu şekilde kurgulamak istiyor. Yapsın. Bayılırım.

S. M: Kaplumbağa bir gün kanaryaya kavuşacak mıdır? Kanaryanın başarılarından haberi yoktur. Haberi olacak mıdır? Kaplumbağa açısından masalın sonunu açık bırakmışsınız. Bu, çocuk okur açısından neden önemlidir?

N. N: Kaplumbağa, kanaryaya kavuşacak mı kavuşmayacak mı sorusu önemli ama asıl önemli olan arayış. Meşhur aşk hikayelerimiz, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi kavuşamama üzerine kuruludur. Ama şöyle bir şey de var: Kavuşsalar mutlu olurlar mı yoksa aramak mıdır önemli olan? Bu da bir soru ama çocuğa bu kadar şey yüklemek doğru mudur? Yüklememeye çalıştım. Kaplumbağa arayış içinde. Kanaryaya kavuşup kavuşamayacağına okur karar verebilir. Şöyle bir şey de var: Mecnun Leyla’nın peşine düşüyor, Leyla’yı arıyor. Mecnun’a acıyorlar. Leyla’yı bulup getiriyorlar. Mecnun Leyla’ya bakıyor, “Sen benim Leyla’ma benzemiyorsun.” diyor. Mesele orada, o arayışta. Bulduğunuz aradığınız mıdır? Yoksa asıl mesele aramaya devam etmek mi? O sevgiyi arayışın içinde üretmek önemli. Yalnızca karşı cinse dönük sevginin ötesinde sevdiğimiz, ulaşmak istediğimiz bir şey vardır. O bizden ne kadar uzak durursa bizim yürüyüşümüz, hayatı yaşamamız o kadar fazladır. Japonların çok hoş bir atasözü var: “Önemli olan gideceğiniz yer değil, yapacağınız yolculuktur.” Sevgi de bir yolculuktur, o yolculuğun hiç bitmemesi gerekir. O nedenle kavuşma bitmektir. Bir çocuğun dünyasında kavuşmamak hoş değil. O nedenle Özlem Hanım’ın oğlunun bu masalın sonunu ben yeniden yazacağım demesi, hoş bir tepkiydi.

S. M: Kanarya tek başına ayakta durmayı öğrenebilecek midir? Ne olmalı? Kaplumbağa onu bulup onun yeniden mutlu olmasını mı sağlamalı? Kanarya tek başına ayakta durmayı mı öğrenmeli? Masalınız, masallarda kadınlara genellikle biçilen edilgen role karşı çıkmasıyla onlardan ayrılıyor. Kaplumbağa, erkek egemen anlayışını sürdürüyor. Ancak kanarya değişiyor. Başta kaplumbağadan yardım isterken (Papağanla evlenmesine yardım etti.) artık kendi ayakları üzerinde durmaktadır. Ünlü bir şarkıcı olmuş, kendini kabul ettirmeyi başarmıştır. Ne kaplumbağanın onu bulmasına ne de kocasının dönmesine gereksinimi vardır. Orman artık onun şarkılarıyla inlemektedir. Artık edilgen, boyun eğen değil güçlü kadınlar mı istiyoruz? Bu durumda masalların da yeniden yazılması gerekecek ki sizin masalınız da buna bir örnek.

N. N: Aynı fikirdeyim. Kadın mücadele etmeyi, hayatın içinde ayakta kalmayı başarmalı. Bir erkeği sevmesi çok hoş bir şeydir. Ama hayatın içinde sadece onun sevgisine, yoldaşlığına ihtiyaç duymalı. Erkeğin korumasına, bakımına, beslemesine ihtiyaç duyacak bir kadın olmamalı. Hayatta kendi kimliğiyle var olmalı. Kanaryanın şarkıları güzeldir. O, kendi kimliğiyle ormanda vardır. Orman da hayattır.

S. M: Bu durumda masalların da yeniden yazılması gerekecek. Sizin masalınız da buna bir örnek.

N. N: Evet. Önerim o. Masallar yeniden yazılmalı. Oturun, masalı yeniden çağdaş bir anlayışla yazın, önerim bu.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top