David Mair
Küçük yaşta yatılı okula gönderilmek çocuklara ne kadar zarar verir? David Mair “Gerçekten hayatınızın en iyi yılları mı?” başlıklı makalesinde bir eğitim modelinin psikolojik -etkilerini- eleştirel bir bakış açısıyla irdeliyor.
Çocuk istismarının en aleni hali, Britanya’da tuhaf bir şekilde en çok göz ardı edilen biçimi olarak mevcudiyetini korumakta.
Çocuk istismarı medyada çok büyük yankı uyandıran bir konu. İstismar ister cinsel, ister fiziksel veya duygusal olsun, toplumumuzun savunmasız üyelerinin zarar görmesini önlemeye yönelik tüm ciddi girişimler her daim ayakta alkışlanıyor. Durum böyle iken; Britanya’nın 1991 yılında imzaladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin en az 11 maddesinin ihlal edildiği ve ‘homurdanma’nın (Monbiot, 1998) ötesine geçmeyen bir tepkinin gösterildiği bu uygulamaya neden hala devam ediliyor?
Söz konusu bu uygulama; çocukların henüz ailelerine muhtaç, yakın çevrelerine bağımlı ve ebeveynleriyle duygusal bağ kurma sürecindeyken yatılı okula gönderilmeleri gibi bir Britanya geleneğine dayanmakta. Bu konunun ‘homurdanma’ dışında hemen hemen hiçbir tepki yaratmaması ise; çocuklarını bu kurumlara göndermeyi tercih eden ailelerin bu durumu bir ayrıcalık, minnettar olunacak bir fırsat olarak görülmelerinden ileri gelmektedir. Burada, psikoterapist Nick Duffel’in (Onlar İçin En İyisi) (Duffel, 2000) isimli kitabına ve bu kitabın başlığına atıfta bulunmak faydalı olacaktır. Yatılı okulların medyanın dikkatini neredeyse hiç çekmemesinin altında yatan başka bir sebep de; bu özel okulların yüksek sosyoekonomik sınıfa mensup ayrıcalıklı azınlık ve toplumun ileri gelenleri arasındaki yakınlıkla ilişkilendirilebilir. Her ne kadar bu ilişki bugün, geçmişte olduğundan çok daha zayıf olsa da; özel okulların hayata daha iyi bir başlangıç, daha sağlam bir temel sağladığına dair olan inanç; bu sistemden geçmiş ve onu eleştirmeye cüret etmiş kişileri ‘mızmız’ ya da ‘şımarık zengin çocuğu’ olarak yaftalamaktadır.
Geçenlerde eski yatılı okul mağduru olan ve özellikle eşcinsel erkekler için düzenlenen iki haftalık bir grup çalışmasına katıldım. Çalışma, eski yatılı okul öğrencileri olan Londralı iki terapist Marcus Gottlieb ve Richard Nickols önderliğinde gerçekleştirildi ve grup tek kelimeyle muazzamdı. Söz konusu deneyim, tüm katılımcılar üzerinde oldukça yoğun bir etki bıraktı. Gruptaki herkesin birden fazla can acıtıcı hikayesi ve dillendirmesi güç deneyimleri vardı. Öncelikle hissettiğimiz acı, okula geldiğimiz gün hepimizin hissettiği terk edilmişliğe ve o andan itibaren yatılı okulla baş etmemizi sağlayan, fakat bizi başkalarıyla duygusal temas kurma konusunda hazırlıksız bırakan hayatta kalma stratejilerinden uzaklaşmak için verdiğimiz mücadeleye odaklanıyordu. Birçokları için yıllarca gizli kalmış fiziksel ve cinsel istismarın gerçekliği de bunlara ekleniyordu. Hepimiz kendine yabancılaşma sendromunu yaşamıştık. Hem de iki kez. İlki, yatılı okula gönderilme konusunda hissettiğimiz yoğun acıdan ve reddedilme/istenmeme duygumuzdan kaynaklanıyordu, ikincisi de kendi cinsel kimliğimizden. Bir yandan eşcinselliğimin ve bana çekici gelen erkeklerle çevrili olduğum gerçeğinin giderek daha fazla farkına varıyor, diğer yandan da hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğum akranlarımla aramda çıkacak olan düşmanlıktan korktuğum için bunu ifade edemiyordum. Bundan daha ironik ve kafa karıştırıcı ne olabilir?
Çarpık Gelişim
Benim yatılı okula gönderilme hikayemin merkezinde terk edilme duygusu vardı. Bu terk edilme duygusunun, temel olarak bilinçsiz ve içgüdüsel bir düzeyde geliştiğini şimdi anlıyorum. Ailemin beni neden İngiltere’ye göndermeye karar verdiğinin bilincindeydim. Annem ve babam yurtdışında (Şili) çalışıyorlardı ve hepimiz, 12 yaşındayken İngiliz eğitim sistemine geri dönmemim, üniversiteye ve iyi bir kariyere giden yolu açacak tek şey olduğuna inanıyorduk. Şili’de kalmam ya yerel eğitim sistemine ya da Amerikan sistemine girmem anlamına geliyordu ve bunun aslında daha iyi bir seçenek olabileceğinden habersizdik.
Ailemin beni sevdiğini ve benim için en iyisi olduğunu düşündükleri için bunu yaptıklarını biliyordum. Yine de, ailemden 13.000 km uzağa gitmeye 12 yaşında verdiğim tepki, şiddetli korku, acı, içine kapanma ve insanlardan kaçma tepkisiydi. Bundan utandığımı hatırlıyorum. Okulu dört gözle bekliyordum ve orayı heyecan verici ve eğlenceli bulmayı umuyordum. Oysa kendimi, okulda bulunduğum beş yıl boyunca hiçbir zaman tam olarak iyileşmeyen bir tür duygusal felçle ve asla durduramadığım aşırı tetikte olma haliyle karşı karşıya bulmuştum.
Şimdi bu tepkinin, yaşadığım ayrılığa verilen normal, biyolojik bir tepki olduğunu, doğuştan içine kapanık mizacım sebebiyle daha da şiddetlendiği anlayabiliyorum. Bu tür yoğun duygulardan kendimi uzaklaştırmadan nasıl hayatta kalabilirdim ki?
Aileden ayrılmayı ergenliğin başlamasıyla birlikte normal bir gelişimsel süreç olarak yaşamak yerine, eve geri dönmeyi ve okuldan kaçmayı saplantı haline getirmiştim. Nick Duffel yaşadığı bu deneyimi şöyle özetliyor: “Doğal bir süreç içinde gerçekleşmesine izin verilmediğinde, ebeveynlerden sağlıklı bir şekilde ayrılmanın aslında ne kadar zor olduğunu şimdi anlıyorum.” (Duffel, 2000) Yatılı okul sebebiyle aileden ayrılmak ne doğal bir şekilde ne de kademeli olarak gerçekleşen bir ayrılıktır; kopuşun ta kendisidir.
Yaşanan bu erken kayıp, bireyin tek başına yolunu çizmesini ve kendini dünyayla yüzleşmeye hazır bir yetişkin olarak hissetmesini son derece zorlaştırabilir. Bu konu üzerine birkaç defa bireysel danışman olarak çalıştım ama erken yaşların travmaları kolay iyileşmez, hatta hiçbir zaman tam olarak iyileşmezler. (Young, 2003) Bu anılarla yaşamayı öğrenmek, bir yol katedebilmek için önemli bir adımdır.
Katıldığım çalışmada yatılı okul mağdurları grubunun özdeşleşebileceği çok şey vardı:
– Çocuğun, ebeveynlerinin her zaman sevgiyle ve kendi iyiliği doğrultusunda hareket ettiğine ve yatılı okulun eğlenceli ve onun için iyi olduğuna inanmaya duyduğu ihtiyaç.
– Ebeveynlerin, çocuklarını kaybetmelerini “Bunun, onun için yapabileceğimiz en iyi şey olduğunu biliyoruz,” şeklinde rasyonalize etme ve söylediklerinin doğruluğuna inanma ihtiyacı.
Ayrılık gününü takip eden haftalarda, hepimiz, yaşadığımız yoğun acıdan ve kayıp duygusundan uzaklaşmıştık. Grup çalışması sırasında seyrettiğimiz videolardan birinde bulunan çok dokunaklı bir sahne şöyleydi: 9 yaşındaki bir çocuk, kameraya bakarak, yatılı okula gönderilmenin kendine bakabilmeyi öğrendiğini, bunun artık bir yetişkin olduğu anlamına geldiğini ve iyi bir şey olduğunu, çünkü ilerde iyi bir iş bulabileceğini ve emrinde başkalarını olacağını anlatıyordu. Çocuk, bu ‘sahte benliğin’ hemen ardından kısacık bir süre için kendi ‘gerçek benliğine” geri döndü; şimdi doğum günündeki palyaço şekilli pastadan ve onun burnunu nasıl yediğinden bahsediyor ve bu yılki doğum gününde de aynı türden bir pastası olmasını diliyordu.
Hayatta kalmanın bedeli
‘Sahte benlik’ yaratmak, yatılı okulda benim için çok hızlı öğrenilen bir yetiydi. Kısa süre içinde bu ortamda ‘yumuşak’ duyguların ve sevginin yerinin olmadığını öğrendim. Benim için en önemli farkındalıklardan biri, yatılı okulların sevgi sağlama yeri olmadığı ve bu nedenle yönetimleri ne kadar olumlu, ebeveynlerle iletişim politikası ne kadar özgür olursa olsun, her çocuğun temel ihtiyacı olan sevilme, temas etme ve bağlanma ihtiyaçlarının bu eğitim sisteminde karşılanmayacağıydı. Duffel, “hayatta kalma kişiliği” olarak adlandırdığı ve benim için (aslında grup çalışmasındaki birçok kişinin de benimle hemfikir olduğuna eminim) ortadan kaldırılması bir ömür boyu sürecek bir şey olan bu kişiliği şöyle tanımlıyor:
‘Hayatta kalma kişiliği’ özünde kendimi aşmanın, kendimi savunmanın ve bulunduğum ortamda hayatta kalmayı imkânsız hale getiren ihtiyaçlardan kopmanın bir yolunu bulmakla alakalı. Genellikle Hayatta Kalma Kalıpları Tasarımcısı olduğumuzun farkında değiliz, bu yüzden bedelini ödediğimiz hayatlar yaşasak da bunu hayatta kalma ihtiyacımızla ilişkilendirmemiz pek mümkün değil. Yatılı okul mağduru olan bir kişi sapasağlam bir kale haline gelebilir ve gerçekten de neden ve nasıl bu hale geldiğini hatırlamaz ve başka bir yaşam tarzı da bilmez.” (Duffel, 2000)
Yatılı okul deneyimi, mizaca, kişiliğe ve gönderildikleri yaşa göre farklı yoğunluklarda olsa da herkes için travmatik bir deneyim olma potansiyeline sahiptir. Üstelik eşcinsel olduğunu fark eden birinin, hayatta kalma kişiliğiyle kendine yabancılaşıp kendini inkâr etme ihtiyacının bir başka boyutunu geliştirme ihtimali artar. Yine kendi adıma konuşacak olursam bu ayrılığa, felçli, yarı yarıya kendini kapatarak tepki vermenin utancı, kızlarla ilgilenmeye başlayan diğer erkeklerle aynı olmadığımı fark ettiğimde ikiye katlandı. Yaygın olan ancak farklı gelişen bu cinselliği duygusal olarak ifade edemediğinden, utancım ve kendi duygularımı inkâr etmeye duyduğum ihtiyaç katlanarak arttı.
Eşcinsel olduğumu açıklamamın uzun sürmesiyle (30’larıma kadar sürdü) ilişkili bazı nedenleri şimdi anlıyorum. İnşa ettiğim hayatta kalma kişiliğimden kolaylıkla sıyrılamadım, sıyrılamıyorum.
Yaranın İyileşmesi
Cinsel yönelimleri ne olursa olsun, eski yatılı okul öğrencileriyle çalışmak, terapistler açısından özel bir duyarlılık gerektirir. Çok sağlam bir savunma mekanizması geliştirmiş ama iç dünyasında yaralı bir çocukla karşı karşıya olma ihtimaline karşı tetikte olunmalıdır. Tabii ki, tüm yatılı okul öğrencilerinin aynı şekilde etkilendiğine inanmak yanlış olur. Ancak, çocukluğunda özellikle yedi-sekiz gibi erken yaşlarda yatılı okula gönderilen yetişkinlerin bu ayrılık travmasına dair küçümseyici veya önemsizleştirici açıklamalarını da olduğu gibi kabul etmemeliyiz. Acıya karşı geliştirilen savunma mekanizmasının varlığına dair bir ipucu, yatılı okulun nasıl bir şey olduğuna dair tutarlı bir açıklama getirememektir. “Çocukluklarına dair ayrıntıları hatırlayamayan hastalar, kendilerine acı veren anıları bastırıyordur.” (Holmes, 1996) Bir acıya karşı uzun yıllar savunmada kalındığında, kişinin kendi farkındalık seviyesi de azalır. Gerçekten de bu yoğunlukta içsel bir savunma karşısında tamamıyla rasyonel bir yöntem uygulamak uygun olmayacaktır. Bunun yerine, ihtiyaç duyulan, acı verici ve belirsiz bir geçmişten gelen görüntülere, anılara ve duygulara erişmek için deneyimlemeye dayalı bir yolu takip etmektir. Katıldığım grup çalışmaları sırasında yoğun bir şekilde kullanılan tekniklerden bazıları, bireysel hastalarla olan çalışmalara da uyarlanabilecek özelliktedir:
- Hayali çalışma: Yönergeli görselleştirmeler, okula geri dönmek, kendini tekrar küçük bir çocuk olarak görmek, o yıllarda çekilen fotoğrafların uyandırdığı duygular, düşünceler, kokular, tatlar, dokunuşlar, kıyafetler ve hatıralarla zaman geçirmek. (Evdeki eşyaların paketlenip konulduğu sandık, grup çalışmalarına katılanlar arasında özellikle güçlü bir duygu uyandırıyor gibiydi.)
- Mektup yazmak: Şu an olduğunuz endişeli ve şefkatli yetişkinin bakış açısından, çocuk halinize, dile getirilmemiş korkularınıza, ihtiyaçlarınıza ve arzularınıza cevap vermek. Ebeveynlere mektup yazmak (mutlaka göndermeye gerek yok) ve sizi yatılı okula gönderme kararlarına karşı hissettiğiniz incinme, öfke, kızgınlık, kafa karışıklığını dile getirmek.
- Resim çizmek: Hangi resim veya görüntü okuldaki halinizi temsil ediyor? (Benim için yeşil, dikenli bir atkestanesiydi bu görüntü. Dış etkilere karşı iyi bir savunmaya sahipti ve gizliydi.) Peki ya şimdi hangi resim sizi temsil ediyor?
Eski yatılı okul öğrencileriyle başarılı bir çalışma yapabilmenin anahtarlarından biri, uzun yıllardır kişinin kendisinden ve başkalarından gizlediği duyguların çeşitli şekillerde itiraf ve ifade edilmesini teşvik etme yeteneğidir. Bu çalışma çok yavaş ve hassas olacaktır. Ancak bu duyguların tıkıştırıldıkları sandıktan çıkmasına izin verilmesinden sonra iyileşmeye yönelik bir ilerleme söz konusu olur.
Geçenlerde, pek memnun olmadığı halde işine ve mutsuz olduğu ilişkisine devam etmesi gerektiğini belirterek kafamda soru işaretleri oluşturan bir hastam hayatını tanımlarken bana şöyle dedi: “Ben yatılı okula gittim. Onlar sana birçok şeye katlanmayı öğretiyor.”
Gittiğim okulun web sitesine baktığımda “yatılı okul hayatı” ile ilgili kısa bir bölüm vardı (ilginç bir şekilde “yatılı okul” yaşam için bir deneyim olarak adlandırılıyor): “Yatılı okul hayatı birçok yeni fırsatın kapısını açıyor”, “Yatılı okul hayatı harika. Her zaman yanınızda arkadaşlarınız var, asla yalnız değilsiniz, her zaman beraber ağlayacak, gülecek ve eğlenecek birileri var”. Benim hissiyatım – grup çalışmalarındaki erkeklerin çoğu tarafından da paylaşılan bir hissiyattı bu – yatılı okulların yasal olarak zorunlu bir uyarı taşıması gerektiği ve ebeveynlerin – en azından – haftalardır izlediğimiz videoları izlemek zorunda olmaları yönünde. Böylece aileler, bu okulların görmezden gelmeyi ve inkâr etmeyi tercih ettikleri ve kendilerinin onaylamadıkları şiddetli, zarar verici “yatılı okul deneyiminden” haberdar olabileceklerdir.
Kaynakça
Duffel, N. (2000). The making of them. Londra: Lone Arrow Press.
Holmes, J. (1996). Attachment, intimacy and autonomy: Using attachment theory in adult psychotherapy. New Jersey: Jason Aronson.
Monbiot, G. (1998). Acceptable Cruelty (N. Duffel’in The making of them isimli kitabinda bahsi geçiyor). The Guardian.
Young, J. (2003). Schema therapy. New York: Guilford Press.
İngilizceden Türkçeye Çeviren: Kavel Taşdelen
Çeviri Editörü: Göksenin Abdal, Melisa Ayşegül Çal
Kaynak Metin: “The Best Years of Your Life?”, David Mair, 2005, Therapy Today