Edebiyatın Çocuk Kalbinde Baba Olmak

Nurcan Demir

Bireylerin düşünme ve yaşam biçimlerinin oluşmasında, karakter gelişimlerinin şekillenmesinde ve hayatlarını anlamlandırmalarında; içinde yaşadıkları toplumun coğrafyası, sosyo-kültürel, ekonomik ve tarihsel yapısı doğrudan etkilidir. Bu etkinin yoğunluğu, yine aynı sebeplerden, kadın ve erkek cinsleri üzerinde farklılık göstermektedir. Dolayısıyla, mevcut sosyal koşullar altında kişilik gelişimlerini tamamlayan ve toplumsal rolleri belirlenen bireylerin kurdukları ikili ilişkiler, aile içindeki iletişim ve etkileşim toplumsal bilinçten yansıyanlardır.

Çalışmada, dünya genelinde ataerkil kültür ve yönetim biçimlerinin egemen olduğu göz önünde bulundurularak; bu kültürün temelini oluşturan ata olgusu, diğer bir deyişle erkek egemen toplumda erk, erkek ve baba olma kavramları, babanın aile içindeki konumu ve çocukları ile ilişkisi üzerinde durulmuştur. Genel bir bakışla, insanın geçtiği insanlık sürecinde tabiatın etkisi, art alanda yer alan tarihin etkisi, kişinin içinde yaşadığı toplumun ve insanın bizatihi kendisinin etkisi olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Diğer taraftan, insan yaşamında bu faktörlerin hepsi etkili olmakla birlikte, esasen hiçbiri kendi başına tam belirleyici değildir; çünkü bahsi geçen hiçbir etken insanın iradesini sıfırlayamaz. Hatta bunların tümüne rağmen bir şeyler yapabilir insan. Yani kendini geliştirebilir. Bu sayede de, hayatında birçok şeyi değiştirebilir. Neticede, karar merci her zaman özne konumunda olduğu için kendisidir. Bu da, farklı kişilerin koşullar aynı olsa dahi neden farklı davranışlar sergileyebildiğini açıklamaktadır.

Tarihsel konjonktür 18. yüzyıl itibariyle incelendiği takdirde, 17. yüzyılın sonu 18. yüzyılın başında gerçekleşen Sanayi Devrimi ile, önce Avrupa’da sonrasında ise tüm dünyada yükselen burjuva sınıfı ile toplumsal sınıf yapısının değiştiği ve yeni bir işçi sınıfı doğduğu görülmektedir. 19. yüzyılda mutlak monarşilere karşı biçimlenen modern siyasal düşünceleri, yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen 1820-1830 ve 1848 Devrimleri izlemiş, yaşanan süreçler sonunda oluşan yeni dünyada liberalizm, sosyalizm, milliyetçilik gibi yeni düşünceler ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, yaşanan tüm bu siyasal, toplumsal ve bilimsel değişimlerle; 19. yüzyıl mutlak monarşilerin çöktüğü, parlamenter sistemlerin hayata geçtiği, güçlenen burjuva sınıfıyla mülkiyet bilincinin feodal yapıdan sıyrılarak bireyselleştiği bir dönemdir. 19. Yüzyılı, özellikle Avrupa için, Devrimler Yüzyılı olarak adlandırmak mümkündür. Buna karşın, 20. yüzyıl ise Dünya Savaşlarının yaşandığı emperyalizm ve sömürgeci rekabetin ülkeler ve ittifaklar bazında en üst seviyeye ulaştığı bir dönemdir.[1]

Yaşanan bu tarihsel ve ekonomik süreçler özellikle 19. yüzyılda burjuva sınıfı güçlenirken; tam aksine işçi sınıfının dramatik bir şekilde fakirleşmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla, işçi sınıfında yer alan erkek öncelikle toplumda sonrasında ise ailede giderek etkisizleşerek yerini kaybetmiştir. Nitekim, baba konumunda olan ve eve ekmek getirerek ailenin dirlik düzenini sağlamakla yükümlü erkek bariz bir acziyet durumuyla karşı karşıya kalmıştır.

Jose Mauro De Vasconcelos tarafından kaleme alınan ve ilk kez 1968 senesinde yayınlanan ve yazarın kendi çocukluğunu anlattığı için otobiyografik roman özelliği de taşıyan Şeker Portakalı adlı esere konu olan da böyle fakir ve kalabalık bir işçi ailesidir. Dieter Thoma’nın da dediği gibi; eserdeki “işçi ailesi öyle bir sarsılmıştır ki sadece erkeğin yaşamı değil kadınların ve çocuklarınki de fabrikaya taşınmıştır. Ailenin çözülüp dağıldığı gözlenir.”[2] Gerçekten de, eserde; yaşı kaç olursa olsun eli iş tutan her aile ferdi gerek ayakkabı boyacığı yaparak, gerek kilise ayinlerinde görev alarak gerekse de fabrikada çalışarak para kazanmak için çabalamaktadır.

Benöyküsel anlatımla aktarılan olayların temelinde yarı aç yarı tok yaşanan çok ciddi bir yoksulluk yatmakta, işsiz baba da bu durumun sebebi olarak görülmektedir. Evin geçiminden ise fabrikada çalışan anne sorumludur. “İnsanın yoksul bir babasının olması ne kötü”[3] ifadesinden de açıkça anlaşılabileceği üzere baba olgusu zengin ve fakir olmak üzere iki sosyal sınıfa ayrılmıştır. Yoksul baba kötüyü, zengin baba ise iyiyi temsil etmektedir. Babanın evi geçindirme görevini yerine getirememesi sonucunda ailede maddi sıkıntılar yaşanması ve aile üyelerinin herbirinin geçim derdine düşmesi hem aile bağlarını zedelemiş hem de babanın varlığını göstermek ve otoritesini kanıtlamak için çocuklarına şiddet uygulayan zalim bir karaktere dönüşmesine sebep olmuştur. Erkeğin babalık rolünden geri çekilişi çocukların evlatlık rolünden geri çekilmesine yansır. Kuşaklar dağılır. Herkes kendi hayatını yaşamaya başlar. Çocuk kurtuluşu akranlarının arasında arar.[4] Vasconcelos ailesinde her çocuğun kendinden yaşça küçük kardeşinin bakımından sorumlu olması, bahsi geçen akran dayanışmasına örnek teşkil etmektedir. Örneğin, Zaze Luis’i tıpkı bir baba şefkatiyle saçlarını okşayarak küçüğüm diye sever. Hepimiz büyüktük, küçük küçük parçalarla aynı üzüntüden payını alan büyük ve üzgün kişilerdik[5] ifadesi ise; küçük aile fertlerinin mevcut koşullar altında çocukluğunu yaşamadıkları için, erken yaşta büyümek zorunda kaldıklarını göstermektedir.

Zeze, Portuga ile yaptığı konuşmada “insan doğumundan önce babasını seçemez ama seçmek elimde olsaydı seni isterdim”[6] diyerek dile getirir gerçek hayatta sahip olmak istediği baba modelini. Bu durumun bir adım daha öteye taşındığı halinde, çocuk babayı öldürüp ondan kurtulmak gibi fanteziler kurmaya başlar. Yapıtta bunun en bariz örneği; Zeze’nin babamı öldüreceğim onu sevmeyerek yüreğimde büsbütün öldüreceğim[7] diyerek, biyolojik babasından kurtulup Portuga’yı babalığa seçmesidir.

Her ne kadar baba figürü; ailenin reisi, temel direği ve geleneğin temsilcisi olarak tanımlansa da, hızla gelişen tüketim toplumlarında şehirli zengin babanın karşısında taşralı fakir babanın hiç şansı kalmamıştır. Babamın Yeri adlı eserde, karakter varlıklı arkadaşlarını evinde misafir ettiği zaman taşralı babasının davranışlarını “özellikle bir aşağılık duygusunu açığa vuruyordu” diyerek anlatır. Dahası, babanın kızına “seni hiç mahcup etmedim”[8] demesi, babanın çocuğuna karşı kendi durumundan duyduğu mahcubiyetin göstergesidir.

Diğer taraftan Portuga’nın Mangaratiba (tren) kazasında ölmesi, imgesel olarak ailenin babasızlaştırıldığının ve bunun da Sanayi Devrimi’yle direkt ilintili olduğunu gözler önüne sermektedir. Eserde, ideal iyi babanın ölümü bağlamında, Nietzschie’nin “Tanrı öldü” deyişi önem kazanır; çünkü insanlık tarihinin en büyük dramlarının yaşandığı 19. ve 20. yüzyılın ardından iyi tanrıya olan inanç kaybedilmiştir. Bu kayıp, hıristiyan inancının temelini oluşturan üçlü birlik (teslis inancı) inancıyla birlikte toplumdaki baba olgusunu da etkileyerek derinden sarsılmıştır. Artık toplumda ve ailede tanrının temsilcisi sayılan eski aile babası kavramı mevcut değildir. Bu yokluğu Jean Paul Sartre, “Ölü İsa”nın, “Biz hepimiz öksüzüz, ben ve sizler babasızız” diye tanımladığı “hiç kimsenin yönetmediği bir dünya” savıyla destekler.[9] Benzer algıyı Noel’de hiçbir hediye alamayan ve karnı hiç doymayan beş yaşındaki Zeze’nin toplumdaki sınıfsal farklılığı vurguladığı “ yalnızca zenginleri seven küçük İsa”[10] ifadesinde de görmek mümküdür. Hatta, Portuga’nın ölümünden sonra Zeze’nin tavrı daha da keskinleşerek “Kötüsün, Küçük İsa! Ben ki bu kez benim için Tanrı olarak doğacağına inanıyordum. Bana bunu yaptın demek. Neden beni de öbür çocukları sevdiğin gibi sevmiyorsun?”[11] isyanına dönüşür.

Bir erkek hayatının bir döneminde baba olur; ama bir insan hayatı boyunca babasının çocuğu olarak kalır. Dolayısıyla, esasında Şeker Portakalı’nda anlatılan beş yaşındaki bir çocuğun gözünden baba sevgisi arayan ve kırk beş yaşında yetişkin bir adamın kaleminden de kalbinde baba sevgisi hep eksik kalan bir bireyin ifadeleridir; çünkü Zeze ailede öldüresiye dövülen tek çocuktur. Aile içinde öz babasından göremediği sevgiyi Portuga’da gördüğü zaman da Küçük İsa onu elinden alır. Dolayısıyla, var olan koşullar altında onun için öz babası olarak ailede, ilahi yaratıcı özelinde de; toplumda seven, koruyan, gözeten, tüm çocuklarına adil ve eşit davranan bir babadan söz etmek mümkün değildir. Nitekim, bu durumda biyolojik babası onu kucağına aldığında Zeze’nin “Beni dizlerine oturtan bu adam ne istiyor? Benim babam değil o. Benim babam öldü.”[12] diyerek babasızlığı seçtiği görülür.

Tarihsel süreç içinde baba figürünün sosyolojik konjoktürdeki yerinin tamlıktan hiçliğe doğru gerilemesi, Babamın Yeri adlı yapıtta baba karakterinin “bombardımanda durmadan bisikletle erzak taşıyan, halkın kahramanı olan, herkese özgürlük ve eğlence mekânı sunan”[13] bir babadan henüz genç yaşında “eskisi gibi çalışamayınca ve işler anneye kalınca özgüvenini kaybeden ve artık hiçbir işe yaramadığını düşünen”[14] bir babaya dönüşmesi tesadüf değildir. Nitekim, bu değişim “ona ihtiyacımız yoktu”[15] diyen çocuğu da beraberinde getirir. Thoma bu duruma ‘eğer meslek hayatıyla özel hayatın, iş dünyasıyla ailenin arasındaki uçurum açılırsa, o vakit baba aileden giderek uzaklaşır ve onun dönüşümüyle ilgili bütün yüksek emeller kafa üstü yere çakılmaya mecbur bırakılır’[16] diyerek netlik kazandırır.

Her ne kadar, yaşanan yoksulluk ve fakirlik mevcut tarihselliğin, coğrafyanın ve ekonomik sistemin bir sonucu olsa da; babanın bakış açısından bu yetememe duygusunun başlıca sebebi, ailenin, dolayısıyla çocukların içinde yaşadığı, beslenme, barınma ve eğitim gibi temel ihtiyaçların karşılanmasında doğan zorluklardır. Tam da bu noktada, bir baba kendi açmazları içinde sıkışıp varlığını ispat etmek ve aile içindeki gücünü göstermek, otoritesini sağlamlaştırmak için elinde kalan tek güç olan fiziksel yahut psikolojik şiddete başvurmaktan imtina etmez; çünkü bahsi geçen koşullarda ataerkil bir toplumda bir erkeğin öncelikle iktidarını koruması gerekmektedir. Thoma bu davranışın altında babanın çocuklarını kendine rakip görme duygusunun yattığını belirtir ve ‘çocuklarım gırtlağımı sıkıyor, yaşamımı çalıyorlar duygusuna sahip olan ve kendi zayıflıkları yüzünden öfkeye yenik düşen bütün insanlarda bu mekanizma şiddete yol açar. O vakit öfkelerini kendi çocuklarından çıkarırlar’[17] diyerek aile içindeki baba şiddetinin sebeplerini açıklar.

Benzer ifadelerle Babaya Mektup adlı eserinde, Franz Kafka aslında; “gerçek anlamda bir kez bile dövmedi” diyip, babasından hiçbir zaman fiziksel şiddet görmediğinin altını çizse de; “ancak bağırman, yüzünün kızarması, pantolon askılarını telaşla çözüp sandalye arkalığında hazırda bekletmen benim açımdan neredeyse daha berbattı” diyerek, şiddetin aile içinde hep var olduğunu belirtir ve babası için “zorba” tabirini kullanmaktan çekinmez. Dahası babasının aile içindeki ve dışındaki davranışlarını tanımlarken kurduğu şu cümleler bu bağlamda bilhassa önem arz etmektedir:

  • Sen eskiden beri mağazadan ve aileden kendini çektikçe daha cana yakın, daha hoşgörülü, daha kibar, daha saygılı, daha katılımcı (dıştan da demek isttiyorum) olursun, evet örneğin tıpkı bir diktatörün kendi ülkesinin sınırları dışına çıktığında despotluğunu sürdürmeye nedeni kalmaması ve alt tabakadan kişilerle de iyi niyetle yakınlık kurabilmesi gibi.[18]

Nitekim, aile dışındaki ilişkilerinde uyumlu bir kişilik olarak tanımlanan baba, aile içinde sözlerine tek söz itiraz istemez[19] ve çocuklar da en nihayetinde susmayı ve itaât etmeyi öğrenirler.

Babaya yazılan ama hiçbir zaman gönderilmeyen mektupların bir diğer örneğini de, Pascal Mercier’in Portekiz’deki Salazar dikta rejiminin anlatıldığı, Lizbon’a Gece Treni adlı yapıtında görmek mümkündür. Eserin baş karakterlerinden biri olan Amadeu De Prado da babasına yazdığı sitem dolu mektuplarda, onun sessizliğini kibir olarak gördüğünü açıkça “Yaklaşılmazlığınız, baba. Annem sizin suskunluğunuzu bize tercüme etmek zorunda olan bir çevirmendi. Kendiniz ve duygularınız hakkında neden konuşmayı öğrenmediniz? Söyleyeyim size: Çok rahattınız, güneyli soylu aile babası rolünün arkasına sığınmak son derece işinize geliyordu.”[20] diyerek sert sözlerle ifade eder. Dahası, Salazar rejimi gibi hukuka tamamen aykırı davranılan bir dönemde ünlü bir yargıç olan babasını “Sen neden avukat değil de yargıç oldun baba? Neden cezalandıranların tarafına geçtin? Yargıçlar da olmalı derdin herhalde, bu cümleye pek itiraz edilmeyeceğini biliyorum elbette. Ama neden benim babamın onlardan biri olması gerekti?”[21] diye sorgular. Diğer taraftan, Yargıç Almeida Prado’nun Behterev hastalığından muzdarip olması ve intihar ederek hayatına son vermesi de mevcut düzende ataerkin temsilcisi olan babanın sahip olduğu tüm güce rağmen taşınması güç bir yük altında ezildiğinin ve varlığını sürdüremediğinin sembolik bağlamda kanıtı niteliğindedir. Yargıcın oğluna yazdığı; ancak hiçbir zaman iletilmeyen bir diğer mektupta kullanılan şu ifadeler babanın içinde bulunduğu çaresizliği ve oğluna karşı duyduğu mahcubiyeti açıkça gözler önüne sermektedir; çünkü kamburluğu ve sırt ağrıları yüzünden hayatı işkenceye dönen bir baba oğlunun dik duruşunu kıskanmaktadır:

Seni mahkemede gördüğümde bu korkuyu hissettim, hırsız kadını mahkûm etmem ve ve hapse göndermem gerekiyordu, yasa emrediyordu bunu. Kürsüde neden bana işkenceciymişim gibi baktın? Bakışların beni felç etti bu konuda konuşamadım. Çocuklarının karşısında liyakatını kanıtlamak bir baba için ne kadar zordur! Ve kişinin, bütün zayıflıklarıyla, körlüğüyle, hataları ve cesaretsizliğiyle çocuklarının ruhlarına kazındığı düşüncesi ne kadar katlanılmazdır. Yazdığın metni ben de okudum. Ve gurur duydum! Ve gıpta ettim! Her bir satırda okunan düşünce özgürlüğü ve dimdik duruş için kıskandım.[22]

Ayrıca, Şeker Portakalı, Babamın Yeri ve Babaya Mektup adlı eserlerde babanın yetemediği durumlar ve sebep olduğu olumsuzlukların telafisinin anne tarafından yapıldığının altını çizmek gerekir. Burada söz konusu olan, sadece annenin koşulsuz sevgisiyle çocuklarını gözetmesi değil; aynı zamanda annenin evin dirlik düzenini, geçimini sağlayan dahası baba atıl duruma düşmüşken eve ekmek getiren kişi olarak öykülendirilmesidir. Bu durum, ilk bakışta Maslov’un temel ihtiyaçlar piramidinde bahsettiği gereksinimleri karşılamak için ailede herkesin üzerine fedakârlığı yapması gerek gibi bir düşün olasılığını gündeme getirse de; esasen baba varsıllığı üzerine ciddi sorgulama getirmektedir; çünkü burada söz konusu olan ve vurgulanmak istenen cinslerin hayata eşit katılımı değildir. Aksine, babayı aciz bırakarak ve anneye babanın misyonunu yükleyerek baba olgusunun, ailedeki varlığının mercek altına alınmasıdır.

Geçmişten bugüne olan yolculukta günümüze, yani 21. yüzyıla gelindiğinde ise; çocuk sahibi olmaya karşı bir çekince, çocuk yetiştirmenin beraberinde getirdiği sıkıntılardan kaynaklanan bir bıkkınlık ve aileyi bir arada tutan görev duygusunda meydana gelen gevşeklikle erkeklerin babalık rolünden kendi istekleriyle geri çekildiklerini görmek mümkündür. Yapılan araştırmalar, Almanya özelinde, annelerin tek başına yetiştirdiği çocukların oranının, son otuz yılda neredeyse üç kat arttığını göstermektedir.[23] Dolayısıyla, gökyüzündeki babayla birlikte, aile babasının da geleceği tehlike altındadır.

Sonuç olarak Oedipus’tan başlayan babanın katli mevzusu, Sanayi Devrimini takip eden süreçte giderek bireyselleşen dünyada, babanın görevden kendi isteğiyle feragat etmesine evrilmiştir. Çocuğun gözünden babanın anlatıldığı dünya edebiyatında baş yapıt kabul edilen eserlerde baba olmak, babanın toplumdaki ve aile içindeki yeri, babanın çocuğu ve ailesiyle ilişkisi tarih çağlarını kapsayan bir şekilde evrensele dönüştürülerek yalın ve etkileyici bir aktarımla verilmiştir. Ailede iktidar, güç, tek ve son söz sahibi olan babanın mevcut tarihsel konjonktür, ekonomik sistem ve toplumsal yapı içinde giderek güç kaybettiği görülmektedir. Babanın kendini yalnızlaştırarak ve çocuklarından uzaklaştırarak kurduğu iktidar zamanla aile içi iletişimin kopmasına, bağların zayıflamasına ve yabancılaşmanın artmasına sebep olmuştur. Değişen zamanla git gide modernleşen dünyada bu durum; ailenin reisi, geleneğin taşıyıcısı ve göreneğin koruyucusu olan babaya rağmen, aile içinde büyük bir boşluk oluşmasının önüne geçememiştir.

Kaynakça

Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı,
İletişim Yayınları: İstanbul.

Ernaux, A. (2023) Babamın Yeri, Çev. S. İdemen, 5. Baskı, Can Yayınları: İstanbul.

Kafka, F. (2023) Babaya Mektup, Çev. R. Minareci, 21. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları: İstanbul.

Mercier, P. (2012) Lizbon’a Gece Treni, Çev. İ. Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul.

Ponting, C. (2018). Dünya Tarihi. 7. Baskı, Alfa Yayınları. İstanbul.

Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları:
İstanbul.

  1. Ponting, C. (2018). Dünya Tarihi. 7. Baskı, Alfa Yayınları. İstanbul.
  2. Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul, 126.

  3. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 50.
  4. Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul, 22.

  5. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 49.
  6. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 155.
  7. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 145.
  8. Ernaux, A. (2023) Babamın Yeri, Çev. S. İdemen, 5. Baskı, Can Yayınları: İstanbul, 59.
  9. Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul, 44.
  10. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 55.
  11. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 167.
  12. Vasconcelos, J. M. D. (2015) Şeker Portakalı, Çev. A. Emeç, 120. Basım, Can Yayınları: İstanbul, 172.
  13. Ernaux, A. (2023) Babamın Yeri, Çev. S. İdemen, 5. Baskı, Can Yayınları: İstanbul, 33-35.
  14. Ernaux, A. (2023) Babamın Yeri, Çev. S. İdemen, 5. Baskı, Can Yayınları: İstanbul, 55.
  15. Ernaux, A. (2023) Babamın Yeri, Çev. S. İdemen, 5. Baskı, Can Yayınları: İstanbul, 52.
  16. Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul, 128.

  17. Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul, 72.
  18. Kafka, F. (2023) Babaya Mektup, Çev. R. Minareci, 21. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul, 31.
  19. Kafka, F. (2023) Babaya Mektup, Çev. R. Minareci, 21. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul, 20.
  20. Mercier, P. (2012) Lizbon’a Gece Treni, Çev. İ. Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul, 257.
  21. Mercier, P. (2012) Lizbon’a Gece Treni, Çev. İ. Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul, 245.
  22. Mercier, P. (2012) Lizbon’a Gece Treni, Çev. İ. Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları: İstanbul, 269.
  23. Dieter, T. (2011) Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, Çev. F. Doğan, 1. Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul, 22.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top