Ali Ölmez
Mavi gezegen olarak nitelendirilen Dünya’da, nefes alıp yarınlara uyanabilmeye imkân tanıyan mucizevi ve muazzam bir yaratılışın eseri olan doğa, insanoğlunun vazgeçilmez bir parçasıdır. Doğada var olan flora ve faunaya ait her türlü biyoçeşitlilik, insanın hayatta kalabilmesini borçlu olduğu eşsiz canlılardır. Onlarsız bir hayatın mümkün olamayacağı gerçeği, insanların soylarını devam ettirebilmesi için onlara duyduğu ihtiyacı gözler önüne serer. Nitekim doğadaki kusursuz dengenin tahrip edilmesinin beraberinde insanlığın sonunu da getireceğine yönelik kaygılar, yaşadığımız yüzyılda kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamış durumdadır. Şu halde insanların en büyük varlık sebebinin doğa olduğu kabul edilirse, söz konusu doğanın insanların her türlü ihtiyaçlarına yanıt verebilmesi gerektiği de düşünülebilir. Esasında bu durum bir nevi mutualist bir ilişki olarak da algılanabilir. Yeme, içme ve nefes alma gibi insanların her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilen doğa, pekâlâ insanların sağlık sorunlarına da yanıt verebilir. Öyle ki doğa, ilaç yapımında ihtiyaç duyulan malzemeleri sunmakla kalmaz, aynı zamanda yaydığı pozitif enerjiyle de ruh sağlığına iyi gelebilir.
Nâzım Hikmet’in Davet adlı şiirinde yer alan “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri “bu hasret bizim…” şeklinde sona erer. Hasret… Günümüzde hiç de yabancı olmadığımız bir kelime olan hasret… Tüm dünyayı kasıp kavuran virüs felâketiyle beraber insanların yaşam düzenlerinin değişmeye başlaması neticesinde, alışageldiğimiz eylemlerimizi yapamamaktan kaynaklanan hasret… Özgürce dışarıya çıkıp doğayla dilediğince iç içe olabilmeye duyduğumuz hasret… Çıplak ayaklarımızı toprakla bütünleştiremediğimiz, mis kokulu çiçekleri koklayamadığımız, kuş cıvıltılarını duyamadığımız, tabiatın bin bir tonuna dokunamadığımız ve sözüm ona doğanın eşsiz güzelliklerini vücudumuzun her zerresinde hissedemediğimiz kâbus gibi üzerimize çöken karanlık günler… Tabiat ananın bize bahşettiği letafeti ruhumuzun derinliklerinde hissedemeyip doğanın kucaklayıcı sevgisinden mahrum kaldığımız ve ayrı düştüğümüz buhranlı günler… İçinde bulunulan durumdan duyulan nedamet ve doğadan beklenilen merhamet…
Bir yanda insanların mücadele ettiği virüs diğer yanda insanların doğaya duyduğu hasret. Tüm dünyada bunlar yaşanırken, 1911 yılında Frances Hodgson Burnett, ünü ülke sınırlarını aşan Gizli Bahçe adlı romanını yazar. Roman o kadar çok beğenilir ki 1919, 1949, 1993 ve 2020 yıllarında toplam dört kez beyaz perdeye uyarlanır. Sinemaya aktarılan 2020 yapımı son film ise, ilginç bir şekilde günümüz insanlarının yüzleştiği gerçekliklere ışık tutuyor. Deyim yerindeyse insanlar, sanki 110 yıl önce yazılanların günümüzde gelinen noktada ne kadar da doğru olabileceğini düşünür ve sorgular hale geliyor. Tam da bu noktada Tiffani Angus, kaleme almış olduğu yazısında pandemi koşulları ile ortaya çıkan manzaranın Gizli Bahçe adlı kitabın beyaz perdeye uyarlanmış hali arasındaki benzerliklere dikkat çekiyor. Kim bilir belki de bu film, insanların pandemi sürecinde ihtiyaç duyduğu reçeteyi veriyordur.
Hayatta her şeyden önce sağlığın geldiği herkesin malumu olduğu bir gerçektir. Öyle ki, “cana geleceğine mala gelsin” şeklinde yaygın olarak kabul edilen bir deyim de vardır. Gizli Bahçe adlı romanın 2020 yapımı film uyarlamasının sonunda da bu gerçeğe işaret edilir. Nitekim sahip olduğu servet değerindeki malikânesini çıkan yangın sonucunda kaybeden babanın tek derdinin oğlunu kurtarmaya yönelik çaba olması, bu durumun kanıtı niteliğindedir. Elde edilen sağlıklı bir yaşamın mutluluğun habercisi olduğu ve öyle ya da böyle huzuru ve sevinci beraberinde getireceği düşünülebilir. Mutlu son ile biten filme ilişkin sunulan bu küçük flashback sonrasında filmi özetleyip konusuna aşinalık kazanmak, hem filme ilişkin düşünceleri yorumlamaya hem de film ile günümüz gerçekleri arasında köprü kurmaya katkı sunacaktır.
Frances Hodgson Burnett’in 1911 tarihli romanından esinlenerek sinemaya aktarılan Gizli Bahçe adlı film, tıpkı kitapta olduğu gibi trajik ve korkunç bir olayla başlar. Babasının işleri nedeniyle Hindistan’da yaşamak zorunda kalan Mary adındaki küçük bir kız çocuğu, ülkede baş gösteren kolera salgınından dolayı anne ve babasını kaybeder. Bu olayın ardından Mary, filmin geçtiği yıl olan 1947’de İngiltere’de bulunan teyzesinin evine gönderilir. Ne var ki, teyzesi birkaç yıl önce ölmüş olduğundan ve eniştesi de bu üzüntünün tesirinden kurtulamadığından Mary yalnız başına yaşamaya yönelik kaderine terk edilir. Hindistan’da bulunduğu sırada hizmetçilerin etrafında dört dönmesi neticesinde şımarık biri olarak büyüyen Mary, İngiltere’de benzer davranışlar sergileyemez ve kendisini bambaşka bir hayatın içinde bulur. Eniştesi ile sevgi bağı kuramayan Mary, yaşamak zorunda bırakıldığı devasa malikânede kendisine uğraşılar edinmeye başlar. Gününün büyük bir çoğunluğunu bahçede eğlenerek ve bir köpeği dost edinerek geçirir. Zaman içerisinde Mary, evdeki yardımcılardan birinin kardeşi olan Dickon ile arkadaş olur, yatalak olan teyzesinin oğlu ile tanışır ve sarmaşıklarla kaplı yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe keşfeder. Umutsuzluğun ve kasvetin hâkim olduğu malikâneye renk getiren Mary, Dickon’la beraber kuzeni Colin’i keşfettiği gizli bahçeye götürür. Teyzesinin ölümü üzerine eniştesi tarafından kapısına kilit vurulan bu eşsiz güzellikteki cennetten bir parça olan bahçenin büyüleyici olduğunu düşünen Mary, bahçenin aynı zamanda iyileştirici bir gücü olduğuna inanır. Nitekim Colin bahçe sayesinde sağlığına kavuşur, eniştesi de yılların üzüntüsünü geride bırakıp Mary sayesinde hayata yeniden tutunur. Annesiyle teyzesinin geçirdikleri güzel vakitlere ve yaşadıkları mutluluklara tanıklık eden bu bahçe, Mary sayesinde üzerine serpilen ölü topraktan kurtulur, yeniden yeşerir ve gücünü gösterir. Mary’nin, kuzeni Colin’in ve eniştesi Craven’ın içini yeniden yaşama sevinciyle dolduran bu gizemli bahçe, hem Craven’ın yüreğinin derinliklerinde yer alan kederin son bulmasına yardımcı olur hem de Colin’in sağlık sorunlarını sunduğu mucizevi bir şifa sayesinde giderir.
İnsanlara masal gibi gelen Gizli Bahçe filminde yaşananlar, COVID-19 salgınıyla beraber değişen yaşam tarzları doğrultusunda tekrar sorgulanmaya başlanıyor. İçinde bulunduğumuz zamanın koşulları, filmde yaşanan olaylara ilişkin gerçeklik payının incelemeye değer bir konu olduğunu gözler önüne seriyor.
Geriye dönüp bakıldığında, insan yerleşimlerinin çoğu zaman su yataklarına yakın yerlere kurulduğu görülür. Söz konusu yerleşim yerleri, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için ihtiyaç duydukları ateş, hava, su ve toprak olarak bilinen dört elementi fazlasıyla sunmaktaydı. Oysa günümüzde toplumsal normların değişmesi, beraberinde insanoğlunun hayata karşı bakış açısının değişmesine de neden oldu. Eğitim, sağlık, iş ve yaşam standartları gibi birçok etken insanların büyükşehirleri tercih etmesine ve bunun doğal bir sonucu olarak kırsal kesimlerden kentsel alanlara göç etmesine sebebiyet verdi. Ne var ki, sunduğu müthiş olanaklara rağmen büyükşehirler bir süre sonra insanların pek de yaşamak istemeyecekleri yerler haline geldi. Hızla akıp giden hayat, dur durak bilmeyen yoğun tempo, mütemadiyen süregelen hengâme, devamlılık arz eden stres ve sonu gelmeyen yorgunluk… Karşılaştığı bu olumsuzluklardan bıkan insanoğlu, her şeyin aslına dönmesi misali, kendisini daha özgür ve daha mutlu hissettiği kırsal yerleri özler hale geldi. Nitekim günlük koşuşturmacalardan uzak kalınabilecek doğayla iç içe olan yerlerin günümüzde insanlar tarafından daha çok tercih edilmesi bu durumu kanıtlar niteliktedir.
Normal şartlar altında dahi, insanların gerek tatil yapmak gerekse kafa dinleyip huzur bulmak için inzivaya çekildiği kalabalıktan uzak doğayla iç içe olunan yerler, küresel salgınla beraber daha çok rağbet görmeye başladı. İnsanların eve kapanmak zorunda kaldıkları pandemi günlerinde apartmanda yaşıyor olmanın dezavantajları ciddi anlamda hissedildi. Öyle ki yaşanan bu süreç, gözlerden uzak olan müstakil bahçeli evlere olan ilgiyi artırdı. İnsanların bahçeli olan evleri tercih etmeleri aslında hiç de şaşırtıcı değil; zira bahçenin öyle ya da böyle herkes için bir anlamı vardır kuşkusuz. Kimilerine göre geçim, kimilerine göre huzur, kimilerine göreyse eğlencenin kaynağı olan bahçeler, değişen yaşam şartlarına rağmen ayrıcalıklı yerini her daim korumaktadır. Doğayı terk etmenin ya da tahrip etmenin acı gerçekleriyle yüzleşen insan, doğanın gizemli ve mucizevi yönünü inkâr edemez.
Gizli Bahçe adlı filmde Craven’ın yaşadığı acılardan dolayı bahçesine kilit vurup doğadan uzaklaşmasının çözüm olmadığı ortada. Oysa derdine derman olacak ilacın bu bahçede saklı olduğunu yıllar sonra öğrenecekti. Eşinin bahçedeki anılarının kendisini daha da üzeceğini düşünmüş olmasına ilişkin bir başka örneği Türk sinemasında da görmek mümkün. Çok küçük yaşta kardeşinin öldüğünü sanan bir ablanın kardeşine ait olan odayı herkesten gözü gibi sakınması ve kendisini mutsuzluğa sürüklemesi misali, insanlar ölen yakınlarının hatıralarına saygısızlık olarak addedilmesinden korktukları için çoğu zaman bu yönteme başvurabilir. Tıpkı Gizli Bahçe filminde olduğu gibi, söz konusu Öksüzler filminde de zaman içerisinde ablanın kalbi yumuşar ve gizli tuttuğu kardeşinin odasını başkalarına açar. Sonrasında ise bu durumla yüzleşmenin neticesinde aradığı mutluluğu yeniden elde eder. Craven da acılarıyla ve korkularıyla yüzleşmesi gereken insanların çoğu zaman başvurdukları yöntem olan kaçmayı seçecekti. Oysa eşinin yeğeni olan Mary sayesinde sevgililerin geride bıraktıkları hatıralara perde çekilmemesi gerektiğini; aksine bu hatıraların doyasıya yaşanması gerektiği gerçeğini geç de olsa öğrenecekti. Kim bilir doğanın acıları dindirme ve belki de unutturma özelliği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kimi insanlar, çok sevdikleri birini kaybetmenin verdiği acıyı unutmak için kendilerini bir uğraşıya verir. Nitekim Mary de ailesini kaybettikten sonra acısını hafifletmek için bahçeyle ve doğayla bütünleşmeyi seçecek ve malikânedeki diğer insanların da buna ihtiyacı olduğunu gözler önüne serecekti.
Aranılan şifanın bahçede olduğunu gösteren bir başka örneği Craven’ın oğlu Colin’de görmek mümkün. Şifa kapmaktan korktuğu yemyeşil ağaçlarla bezeli doğa, Colin’in içindeki karamsarlığı yok etmesine ve güneş ışınlarıyla beraber bedenini daha güçlü hissedip ayağa kalkmasına vesile olacaktır. Yıllardır gizlenmiş olan gizli bahçenin mucizevi iyileştirme gücüne tanıklık etmek şaşırtıcı olmasa gerek. “Güneş girmeyen eve doktor girer” atasözünden yola çıkacak olursak güneşin vücudu güçlendirdiğini, birçok mikrobu öldürdüğünü, birçok hastalığa iyi geldiğini ve güneşsiz bir evde hastalıkların eksik olmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bol miktarda temiz havanın bulunduğu bir bahçe, insan sağlığına olumlu yönde etki etmekle kalmaz, manen de hasta olan kişiye güç verebilir. Mary sayesinde doğanın sunduğu eşsiz güzelliklerle tanışan Colin, kafasındaki olumsuz düşüncelerinden kurtulur ve hayata yeniden dört elle sarılarak hayatta kalma mücadelesinden zaferle çıkar. Tüm bu güzelliklere ve mucizelere hayat veren şey, yüreğimizin derinliklerinde düşlediğimiz saklı bir bahçeden başkası değildi.
Günümüzde küresel çapta mücadele edilen COVID-19 salgını için aranılan iksirin bahçelerde saklı olabileceğine ilişkin bir düşüncenin varlığı umut verici olarak nitelendirilebilir. Yaşamsal faaliyetlere yönelik her türlü ihtiyacın doğa tarafından karşılandığı bir dünyada, her türlü hastalığa veya salgına yönelik şifanın da yine doğa tarafından karşılanabileceğini düşünmek şaşırtıcı değildir. Psikolojik anlamda insanları karamsarlığa sürükleyen pandemi sürecinin beraberinde getirdiği kısıtlamalar ve yaptırımlar, insanların doğaya ne kadar da muhtaç olduklarını bir kez daha gözler önüne serdi. İnsanlar farkında olmasa bile dışarıya çıkıp bahçelerde veya parklarda stres attıkları her an, ömürlerine ömür katmakta ve yaşama sevinciyle dolup taşmaktadır. Ne var ki çocuklar, bahçelerde oynayıp daha mutlu ve sağlıklı bireyler olabilecekken, bilgisayar ve televizyon ekranlarının başında gün geçtikçe daha fazla vakit geçirmeye başlar hale geldi. Kim bilir belki de, yaşanan kısıtlamalarla beraber evlerde daha fazla zaman geçirmeye mahkûm edilen ve bu nedenle daha fazla televizyon izleyen çocuklar ve yetişkinler, Gizli Bahçe filmini izleme fırsatı bularak, bahçelerin mucizevi bir iyileştirme gücüne sahip olduğunun farkına varabilir. “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” şeklindeki ünlü Kızılderili atasözünden hareketle, insanoğlunun bahçelerin kıymetini anlamakta geç kalmaması ümidiyle…