Anne ve Çocuğun “Hastalıklı” İlişkisine Anlatı ve Psikanaliz Perspektifinden Disiplinlerarası bir Yaklaşım

Melisa Ayşegül ÇAL

Yaratmak sözcüğünün yalnızca “yaratan” a ait olduğu söylenir. Peki ya yaradan kendine has özelliklerinden birini, insan ırkı uyarınca, yalnızca dişil yaratılarıyla paylaşırsa?

Yaratanın yaratısı ile olan ilişkisi hiçbir zaman normal kıstaslar dahilinde ol(a)mamıştır. Bir yazar ve kitabı, Frankenstein ile doktoru, bir hayvan ve yavrusu hep aynı kaotik ilişkiyi karakteristiğinde bulundurur. İnsan ırkının dünya gezegeni üzerinde en gelişmiş ırk olduğu da başka söylentiler arasındadır. Söz konusu ırka ait bağlar da her daim daha büyük karmaşalar zincirinde dolanır. Doğanın kendine has kuralları bireyler arasında işleyememektedir. Çünkü insanın daha gelişmiş olduğu iddia edilen serebral yapısı, bireyin tüm davranışlarına zuhur etmekte ve işleyişi olduğundan daha karmaşık hale getirmektedir.

Yukarıda ifade edilen karmaşanın en açık görüldüğü ilişkilerden biri de anne- çocuk ilişkisine aittir. Bundan sebeptir ki annelik ve anneler, edebiyatta her daim temel motif konumunda olmuşlar; psikanalizin de ilgisini çeken odak noktalarından biri olarak yerlerini sağlamlaştırmışlardır.

Anne ve çocuk arasındaki ilişki, her ne kadar edebi anlatıların vazgeçilmez temalarından birini oluştursa da dini metinlerde de yerini almakta; söz konusu bağ böylece hem kutsallaştırılmakta hem de yaşamsal vazgeçilmezliğini kamusallaştırmaktadır. Eski Ahit’te anne çocuk dinamiği üzerine yer alan bir anlatı, kanıksadığımız anneliğe yönelik şöyle bir çerçevede sunulmaktadır:

“Günlerden bir gün iki hayat kadını kralın huzuruna çıkarlar. Kadınlardan bir tanesi: ‘Bağışlayın, kralım. Bu yanımdaki kadın ve ben aynı evde yaşıyoruz. Benim bir bebeğim oldu ve çocuğum doğduktan üç gün sonra, bu kadın da bir bebek sahibi oldu. Evde ikimizden başka kimse yoktu. Yalnızdık. Meğer bu kadın, geceleyin çocuğunu kaybetmiş. Sebebi de üzerine yatmış olmasıymış. Gecenin bir yarısı uyanmış ve ben gece sizin hizmetinizdeyken yan tarafımda yatan çocuğumu, kendi çocuğu gibi almış. Benim çocuğumu kendi memesine, kaybettiği çocuğunu ise benim göğsüme koymuş. Ertesi sabah çocuğumu emzirmek için uyandığımda bir de ne göreyim! Çocuk ölmüş! Gündüz ışığında dikkatli bir şekilde baktığımda ise ölen çocuğun aslında benim doğurduğum çocuk olmadığını fark ettim’ der. Öteki kadın hiddetle bağırır: ‘Hayır! Ölen çocuk, senin çocuğun! Yaşayan gayet de benim oğlum!’ Bunun üzerine iki kadın kralın huzurunda tartışmaya başlarlar. Kral; ‘Kadınlardan biri; ölü olan senin oğlun, hayatta olan benimki derken bir diğeri; hayır! Benim oğlum hayatta olan! Senin oğlun öldü diyor. Bu iş böyle olmayacak. Çabuk bana kılıcımı getirin!’ der. Kralın emri üzerine kılıç getirilir. Bunun üzerine kral, buyruğunu açıklar: ‘Yaşayan çocuk iki parçaya bölünsün ve yarısı bir kadına, diğer yarısı ötekine verilsin.’ Oğlu hayatta olan kadın, çocuğuna beslediği tarifsiz sevgiyle birden ayağa kalkar ve ‘Kralım, merhamet edin! Çocuğu öldürmeyin! Yaşayan bebeği bu kadına verin!’ diye haykırır. Bunun üzerine diğer kadın da ayağa kalkar ve ‘Bu çocuk kimsenin olmasın. İki parçaya ayrılsın!’ diye bağırır. Kral, iki kadını da dinledikten sonra; ‘Hayatta olan bebeği ilk konuşan kadına teslim edin. Öldürmeyin. Bebeğin annesi odur’ der. Bu olaydan sonra tüm İsrail halkı, kralın verdiği hükmü işitir ve Tanrıdan aldığı adaleti doğru yerde kullandığına şahitlik eden herkeste büyük bir hayranlık uyanmasına sebep olur.” (https://www.bible.com/bible/111/1KI.3.16-28.NIV)

Yukarıda yer alan kıssa, annelik ve merhamet üzerine bir örnek sunmakta; arzu edilen annelik profili hakkında da ayrıca didaktik bir öğretiyi bünyesinde barındırmaktadır. Tanrı, insanlara karşı sonsuz bir cömertlik içerisindedir. Ondan aldığı bu eli devam ettiren kralla aynı yetkiyi taşıyan tek kişi de anne görevini üstlenendir. Ancak bu anlatının sembolize ettiği bir başka taraf daha vardır, o da Jung’un arketipsel yaklaşımında kendini göstermektedir: Annenin bir tarafı sonsuz fedakâr, sevgi ve şefkat sınırının olmadığı bir portre çizmektedir. Diğer yanı ise; yok edicidir. Öfkesi yakıp yıkan ve önündeki her şeyi al aşağı eden karanlık bir yapıyı barındırmaktadır. Toplumların refahı ve devamlılığı için önemli olan iyi anne imgesini korumak ve bu tarafın kabul edilirliğine vurgu yapmaktır. Böylece ulus- devlet yapısı devamlılığını korur ve kamu düzeninin sağlanmasına büyük ölçüde katkı sağlanır. Söz konusu durumun psikanalitik açıdan başka bir yaklaşımı ise Freud’un perspektifinde görülür: Eros ve Thanatos kavramlarıyla isimlendirilen söz konusu durum, bireyde yer alan yapıcı (eros) ve yıkıcı (thanatos) tarafın temsiliyetidir.

“Freud’a göre id, tamamen biliçdışında; ego ve süperego ise bilinçlilik kısmında yer alan bir yapılanmadır. İd, tüm insanlarda var olan yeme, içme, boşaltım, cinsellik, uyku gibi içgüdüsel yönleri kapsamaktadır. Tiksinme, zarar verme gibi güdüler yine bu sınıflandırma içerisine dahil edilir. Freud’un teorisine göre id, kişiliğin ilkel ve içgüdüsel parçasıdır. Bu kısım kişiliğin tam da karanlıkta kalan kısmıdır. İçgüdüsel olanın merkezidir ve Freud bunu iki temel içgüdüye dayandırır: Eros ve Thanatos.” (ÇAL, 2021:32)

Freud; canlılığın, üretkenliğin ve hayatta kalmanın temsili olan Eros’un karşısına, yok oluşu temsil eden Thanatos’u koyar. Söz konusu dikotomi, hayatın tam merkezinde yer alır ve sistemsel en büyük parçadan en küçük oluşuma her yerde kendini gösterir. Anne- çocuk arasındaki gerilimli ilişki de tam bu zıtlıklar üzerine kuruludur. Annenin yüce sevgisi, karanlık taraftaki yıkıcı etkisiyle de yüzyıllara mal olmuş anlatılara dönüşür: Pamuk Prenses, Hansel ve Gretel, Külkedisi bunların başında gelir. Anne- çocuk geriliminin üst seviyede yaşandığı anlatıların yanı sıra, annenin açıkça yer almadığı masallarda da (Güzel ve Çirkin) söz konusu gerilimin etkisi fazlaca hissedilmektedir. Yalnızca batı masalları genelinde değil, Türk masallarında da (Bacı Bacı Can Bacı, Fatmacık ve Yusufçuk) benzer bir ilişki gözlemlenebilir. Anne çocuk ilişkisi; annenin yavrusuna beslediği sonsuz sevgisi, yavrunun birey olma yolundaki süreci ve içsel açmazları, aradaki bağın yoğun sevgi ya da nefret çelişkisi bağlamında yaşandığı; en karmaşık ve açımlanması en zor süreç olarak yaratan- yaradılan ilişkisinin dünya üzerindeki izdüşüm modelini de oluşturmaktadır. Anlatıların yıllar geçse de popülerliğinden hiçbir şey kaybetmemesi tam da bu sebepten kaynağını almaktadır.

2019 yılında “I Am Mother” isimli bir bilimkurgu filmi, kültür endüstrisinin şahane bir örneği olan popüler bir sosyal medya platformu tarafından gösterime sunulmuştu. Film, insan türünün yok oluşu sonrası elinde söz konusu ırka ait embriyoları bulunduran antropomorfik bir robot tarafından seçilip rastgele büyütülen bir bebeğin hikayesini konu edinir. Anne- çocuk ilişkisinin açmazlarına yalnızca insan türü bağlamında değil yapay zekâ- insan düzleminde değinen bu görsel yapıt; post-apokaliptik distopik bir düzen olarak adlandırılabilecek bir zamanda dahi bu dinamiklerin değişmediğini gözler önüne sermektedir.

Başarılı bir anti- masal örneği olarak Shrek adlı animasyon serilerinde ise; yüzyıllardır bilinen masal kahramanları ters yüz edilmiş ve protagonist- antigonist çerçevesi bilinenin tam aksi bir biçimde sunulmuştur. Masallarda zor durumların kurtarıcısı, iyilik adına yaptığı sihirlerle hayat kurtaran peri anne; burada bambaşka bir formda izleyicinin karşısına çıkarılmaktadır. Yeri gelir bir anne olarak sonsuz gücünü kullanır, ancak çıkarlarının aksi durumunda gerçekleşen olaylara karşı da karanlık yönü her daim teyakkuzdadır ve karşısına alamayacağı hiç kimse bulunmamaktadır. Tam bu noktada tarihte daha geriye giderek antik bir dramatik metin örneği olan Medea’yı da anmak yerinde olacaktır. Bulunduğu mevkiiyi daha da yükseltmek adına Kreon’un kızıyla evlenen mitik kahraman Jason’a karşı tutkulu bir sevgisi olan Medea, iki çocuğuyla terk edilmiş bir eştir. Jason’a karşı duyduğu ihtiraslı sevgi, yaşadığı olayların ardından yoğun bir öfke halini alır. Medea’nın duyumsadığı derin nefret, öyle yıkıcı bir güç halini alır ki Jason’ı en umulmadık yerden kırmak uğruna bir adanmışlığa dönüşür. Yaşadığı kesif intikam duygusu onu Jason’dan olan iki çocuğunu yok etmeye proglamlamıştır. Thanatos, erosa üstün gelmiş ve bir annenin yaratıcı yanı her şeyi yıkan karanlık tarafıyla anne- çocuk ilişkisine dair oldukça uçlarda yaşanan bir örneği de açığa vurmuştur. Söz konusu eserin Türk tiyatrosuna yansıyan bir benzeri de Güngör Dilmen’in Zehra adlı oyununda dikkatleri çekmektedir. Köy yerinde yaşayan ve kendi halinde bir kadın olan Zehra, kocası tarafından bir başka kadınla aldatılır. Yaşadığı tecrübenin yol açtığı travma öyle bir hal alır ki; metnin sonunda Zehra, alacağı intikamın pençesine tutulmuş bambaşka bir insana dönüşür. Zehra’nın yangını iki çocuğunu katlederek intikamını alan bir annenin trajedisidir artık. İki olayda da anne çocuk arasında kutsallaşmış olan bağ, alınan intikam zevkinin üstün gelmesiyle sonuçlanmaktadır.

Yazının başlığında kullanılan “hastalıklı” nitelemesi tam da bu noktada karşılığını bulur. Anne- çocuk arasındaki ilişkisel dinamiklerin gergin tutumu, hiçbir iletişimsel bağ zemininde yer almaz. Yaradanın sonsuz sevgisi ve merhameti, yerini çok yoğun karanlık bir güce de temsil edebilir. Bu bağlamda ilginç olan kısım ise; yok edişin aradaki sevgi bağını bertaraf etmesi dahilinde bir durumu bünyesinde barındırmamasıdır. Bunun yanı sıra, yaradanın yaratılan ile olan ilişkisi tam tersi bir konumlanma biçimi de gösterebilir. Başka bir antik metin olan Oidipus’ta, bilmeden babasını öldüren Oidipus yine bilgisi dahilinde olmayan bir şekilde annesiyle evlenmiş ve tüm gerçek ortaya çıkınca annesi kendini asmış, Oidipus da kendini kör etmekle cezalandırmıştır. Yüzyıllar önce kaleme alınan bu dramatik metnin bir başka örneği; 2017 senesinde Uşak’ta yaşanmıştır. On sekiz yaşında üniversite sınavlarına hazırlanan bir öğrenci; evde anne ve babasını katletmiş, sonrasında intihar ederek yaşamına son vermiştir. Söz konusu trajedi; dünya üzerinde adledilen en güçlü iletişimsel bağların nasıl bir anda faciaya yol açabileceğini ve bu yoğun duyguların barındırdığı açmazın, her daim gergin bir devinim üzerinde konumlandığını da bir kez daha insanoğluna hatırlatmaktadır.

Kaynakça

Çal, M. A. (2021). Edgar Allen Poe’nun “Kara Kedi” Adlı Hikayesine Edebiyat ve Sinema Üzerinden Psikanalitik Bir Yaklaşım. İstanbul: Ecinniler Kültür ve Edebiyat Dergisi.

https://www.bible.com/bible/111/1KI.3.16-28.NIV

(Çeviri, makalenin yazarına aittir)

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top