Gölgem ve Ben

Zeynep Erbay

Okul dediğin yer, sesi olanın daha çok yer kapladığı bir alandı. Zil çaldığında koridorlar yarış pistine dönerdi. Çocukların kahkahaları, hızlı ayak sesleri, itiş kakışları, defter kapaklarının çarpması… Hepsi üst üste biner, tek bir uğultuya dönüşürdü. Gürültüye alışmak kolaydı, gürültüye karışmaksa zor. Çünkü her kalabalığın ortasında sesi az çıkanlar olurdu. Onların kahkahaları duyulmaz, adları çabuk unutulurdu.

Bazı çocukların sesi çoktu. Ellerini kollarını savurarak konuşurlar, en küçük ayrıntıyı bile eğlenceye dönüştürürlerdi. Ama bu eğlencenin bir bedeli vardı: hep birileri dışarıda kalırdı. Çantası çekilen, defteri karalanan, saçları okşanır gibi çekiştirilen çocuklar… Yalnızca “Sen bizden farklısın.” demenin kaba yollarıydı bunlar.

Kerem, işte bu farkın ucunda duranlardan biriydi. Sınıfta adı nadiren anılırdı; o da çoğu zaman bir şaka malzemesi olarak. Biri sıradan kalkıp kâğıdına anlamsız çizikler karalar, bir diğeri formasının yakasını çeker, bazen de sadece gülmek için bakarlardı yüzüne.

Kahkahalarla açılan ağızlar ona değil, ondan uzaklaşmaya açılırdı. Kerem ise başını öne eğmeyi öğrenmişti. İnsan neden en çok gürültünün ortasında susar? Gürültü büyüdükçe insanın içindeki sessizlik de büyüyordu sanki…

Kitabının kenarına eğildi. Sayfaların üzerinde parmağını gezdirdi. Harfler, ona hiç

sorulmamış sorular gibi bakıyordu. Ben neden sesimi çıkaramıyorum? diye sormak istedi. Sorular da tıpkı onun gibi sessiz kaldı.

Okuldan eve yürürken akşam güneşi bacaklarını uzatıyordu kaldırım taşlarına. Gölgesi ondan hızlı gidiyor gibiydi. Daha canlı, daha özgür. Kerem kaşlarını çattı: “Benim yerime sen koşuyorsun, değil mi?” Bir an gölge durdu. Başını ona doğru çevirdi. Ve sanki çoktandır hazır bekleyen bir sır fısıldadı: “Ben senin sustuklarını ezberledim.”

Kerem’in kalbine soğuk bir su döküldü. Gözlerini kısmış, nefesini tutmuştu. O an gölge kocaman göründü. Hem hayaletimsi, hem tanıdık. “Beni duyuyorsun artık.” dedi gölge. “Ben senin kaybolan sesinim.”

Kerem yatağına uzandığında odanın duvarları üzerine kapanıyor gibiydi. Perdeler yarı

aralıktı, sokak lambasının ışığı içeriye sızıyor, tavanda kıpır kıpır gölgeler dolaştırıyordu. Gündüz duyduğu o sesi unutamıyordu. “Ben senin sustuklarını ezberledim.” Peki, ne demekti

bu? Bir gölge gerçekten konuşabilir miydi, yoksa aklı karıştığı için mi böyle hissetmişti?

Kerem yorganını başına çekti, kulaklarını tıkamaya çalıştı, ama o ince ses bu kez daha yakınından geldi. “Benden saklanamazsın.”

Kerem yorganı indirip çevresine baktı. Oda sessizdi. Raflarda kitaplar, masanın üzerinde yarım kalmış ödevler… Hepsi olduğu gibiydi. Ama pencerenin dibinde kendi gölgesi eğilip doğruluyor, sanki nefes alıyordu. “Benden ne istiyorsun?” dedi Kerem titreyerek. “Hiçbir şey. Sadece seni duyuyorum. Söyleyemediklerini ben işitiyorum. Bütün suskunluklarını ezberledim. Senin içindekilerin yankısıyım.

Kerem başını yastığa gömdü. Böyle bir şeyi kabullenmek kolay değildi. İnsan gölgesiyle konuşmazdı ki. İnsan gölgesine sırlarını fısıldamazdı. Ama belki de… belki de yalnız kaldığında herkes kendi gölgesiyle konuşurdu da fark etmezdi. “Benim yerime sen konuş o zaman.” dedi hırçın bir fısıltıyla. “Okulda sustuklarımı sen söyle.” Gölge gülümsedi; duvarda hafifçe kıpırdayan siyahlık kocaman bir ağza dönüştü sanki. “Hayır, Kerem. Ben senin yerine konuşmam. Sana cesaret veririm. Ama sesin duyulacaksa, o ses seninki olmalı.” Kerem sabaha dek gözlerini kapatamadı. Ne zaman uykuya yaklaşsa gölgenin kıpırtısını hissetti. İçinde hem korku hem merak vardı. Gözlerini sımsıkı yumup dua eder gibi tekrar etti: Bu sadece hayal… bu sadece hayal. Ama derinlerde bir yerde biliyordu; bu hayal değil, onun en gerçek tarafıydı.

Ertesi sabah okul koridoruna adım atar atmaz bildik uğultu karşısına dikildi. Çantaların duvara çarpması, bağrış çağrış, birbirine takılan kahkahalar… Hiç değişmemişti. Değişen sadece Kerem’in bakışıydı. Gölgesini hatırlıyordu. Onun fısıltısı hâlâ kulaklarındaydı.

Daha sınıfa girer girmez ön sıradaki çocuklardan biri ayağa kalktı, Kerem’in sırasına eğildi. Defterini açtı, kalemiyle saçma sapan karalamalar yaptı. “Bak, sana bir portre yaptım!” dedi gülerek. Diğeri yakasından çekiştirdi. Bir başkası da arkasından itekledi. Kahkahalar kabardı, yükseldi. Kerem’in boğazına kocaman bir düğüm oturdu. Bağırmak istedi, “Yapmayın!” demek istedi. Ama sesi yine çıkmadı. O an gölgesine baktı. Sıra ayağının dibinde, loş ışıkta kıpırdanan karanlık. Gölge ona doğru eğildi, göz kırpar gibi oldu. “Sen susarsan, ben yine susarım,” dedi içinden bir ses.

Kerem’in içi daraldı. Sustukça daha görünmez oluyordu. Ama henüz cesaretini toparlayamıyordu. Kalemini defterin kenarına bastırdı, harfleri karalanmış sayfalara baktı.

Gözleri acıdı. Yüreği de. O gün boyunca gölge ona eşlik etti. Her kahkahada, her çekiştirmede, her itilmede… Sessizce onunla beraber sustu. Ama gözlerinin kenarında sabırla bekledi. Kerem’in kendi sesini bulmasını bekledi.

Kerem gün boyu başını eğerek dolaştı. Çocukların şakaları, onun omuzlarına iğne gibi batıyordu. En ufak kahkaha bile kalbine saplanan bir çiviye dönüşüyordu. Öğle arası geldiğinde kantine gitmedi. Bahçenin arka tarafındaki duvarın dibine oturdu. Çantası kucağında, parmaklarıyla fermuarını açıp kapadı durdu. Sanki o fermuarı açıp kapadıkça kalbinin de açılıp kapanacağını sanıyordu.

Tam o sırada gölgesi yanına kıvrıldı. Duvarın dibinde onunla birlikte oturuyordu. Güneş yukarıdan vurdukça gölge daha da belirginleşiyordu. Kerem gözlerini kısmadan duramadı.

“Niye yine sustun?” diye sordu gölge. Sesi çok yakından, kulaklarının içinden geliyordu sanki. Kerem dişlerini sıktı. “Çünkü konuşsam da değişmeyecek.” “Bunu nereden

biliyorsun?” “Biliyorum işte. Onlar kalabalık. Ben tekim.”

Gölge güldü. Gülüşü ince bir yaprağın rüzgârda titremesi gibiydi. “Yanılıyorsun. Kalabalık sandığın şey, birbirini korkutan birkaç sesten ibaret. Senin tek sesin, onların yüz kahkahasından daha güçlü olabilir.” Kerem ellerini kulaklarına kapadı. “Bunu yapamam. Konuşursam daha çok gülerler. Daha çok canım yanar.” Gölge sabırla sustu. Duvarın dibindeki karanlığıyla ona eşlik etti.

O gece Kerem yatağa girdiğinde içi daha da sıkışmıştı. Gölge yine odadaydı. Pencerenin kenarına kıvrılmış, sanki onun uyumasını bekliyordu. Kerem yorganı başına çekti, ama gölgenin sesi içinden aktı: “Beni neden bu kadar reddediyorsun?” “Çünkü senin dediğini yapamam!” “Sen daha denemedin ki.” Kerem gözlerini kapattı. “Benim sesim küçük. Çıkmaz.” “Yanlış. Senin sesin uyuyor. Uyuyan bir sesi uyandırmak, susturulmuş bir sesi bulmaktan kolaydır.” Kerem kıpırdandı, yastığını ters çevirdi. Uykusu kaçmıştı. İçinde öyle bir öfke vardı ki, hem zorbalara hem gölgeye hem kendine… Hepsine birden. “Beni rahat bırak,” diye fısıldadı sonunda. “Ben böyle idare ederim.”

Gölge bu kez cevap vermedi. Ama odanın köşesinde sabırla bekledi. Kerem biliyordu: ne kadar reddetse de gölge onunla birlikte var olmaya devam edecekti.

Sabah olduğunda okulda sahne yine aynıydı. Çantası yine çekildi, defterine yine saçma çizikler yapıldı. Hatta bu kez biri kalemi alıp kaşlarının üzerine bıyık çizdi. Sınıf kahkahadan kırıldı. Kerem yüzünü buruşturdu, elleriyle silmeye çalıştı ama mürekkep daha da dağıldı. Kahkahalar çoğaldı. Kerem boğazına bir taş oturmuş gibi nefes alamıyordu. O an gölgesine baktı. Ayağının dibinde kıpırdıyor, büyüyüp küçülüyordu. Gölge bir şey söylemedi. Sadece sustu. Kerem’in gözleri doldu. İçinden yükselen bir çığlık vardı ama boğazından çıkamıyordu. Sanki biri içeriden kilit vurmuştu. Gölgenin sessizliği, en çok o an acıttı. Çünkü anladı: bu sefer gölge gerçekten ona yardım etmeyecekti.

Öğleye doğru sınıfta hava daha da ağırlaştı. Öğretmen tahtaya bir problem yazmış, herkes defterine eğilmişti. Kerem de sessizce çözmeye çalışıyordu. Kalemiyle rakamların üzerine eğildiği anda, arkasındaki sıradan bir el uzandı. Kalemi elinden çekip aldı. “Kerem’in kalemi uçak oluyor!” diye bağırdı çocuk. Kalem havada döndü, sınıf kahkahaya boğuldu. Kerem elleriyle havada yakalamaya çalıştı ama kalem yere düştü, ucundaki kurşun kırıldı. Defteri yarım kaldı, kalbi de öyle.

Tam o sırada öğretmen döndü. Kaşlarını çatarak, “Kerem! Neden derste dikkatini

vermiyorsun? Kalemi yere fırlatmaya utanmıyor musun?” dedi. Kerem’in içi buz kesti.

Sınıfın bakışları ona çevrilmişti. Kahkahalar yerini kıkırdamalara bıraktı. Kerem’in dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. O an gölgesine baktı. Tahtanın altına düşen karanlık, onun gölgesini uzun uzun uzatmıştı. Gölge kıpırdamadı, konuşmadı.

“Cevap ver bana,” dedi öğretmen daha da sinirlenerek. “Dersi sabote etmen hoş mu?”

Kerem’in kalbi küt küt atıyordu. “Ben yapmadım!” diyemedi. Yutkundu, başını eğdi. İçinden bir fısıltı geçti: Neden hep sustum? Neden bir tek kelime bile edemedim? Öğretmen omuz silkerek yazmaya devam etti. Arkasındaki çocuk kalemi geri verdi, ama gözlerinde alaycı bir parıltı vardı. Kerem defterine baktı; rakamlar bulanıklaşmıştı. Bir anda gözyaşları sayfanın üzerine düştü. Harfler, rakamlar suyun içinde eriyormuş gibi dağıldı.

Tenefüste sınıftan ilk çıkan o oldu. Koşarak bahçeye indi, köşedeki ağacın arkasına saklandı. Yere çömeldi, kollarını dizlerinin etrafında kenetledi. Kalbinin içinde kocaman bir boşluk vardı. “Benim suçum değil,” diye fısıldadı kendi kendine. “Benim suçum değil…” Ve gölge, ağacın gövdesine uzanmış, onun yanına kıvrılmıştı. Bu kez gölge konuşmadı. Sadece yanında durdu. Ama Kerem biliyordu: sessizliğiyle ondan bir şey istiyordu. Artık kendi sesini

bulmasını.

Ertesi gün hava kapalıydı. Gökyüzü gri bir perde gibi sınıfın camlarına asılmıştı. Çocuklar yağmuru fırsat bilip içeride daha da gürültülüydüler. Sıraların üstünde saklambaç oynar gibi koşuşturuyor, bağırıp çağırıyorlardı. Kerem köşede, defterine eğilmişti. Defterin sayfalarına çizgiler çekiyor, sonra siliyor, tekrar yazıyor… Ama ne yazdığı belli değildi. Elinde yalnızca karalamalar kalıyordu.

Birden başının üstünden bir gölge geçti. Bu kez kendi gölgesi değildi. Yanındaki çocuk defteri kapıp havaya kaldırmıştı. “Kerem’in aşk mektubu var!” diye bağırdı. Sayfanın

üzerinde hiçbir şey yoktu aslında, sadece karalanmış boşluklar. Ama kahkaha yine koptu.

Kerem’in boğazında bir yumru büyüdü. Ellerini uzattı, kitabını toplamak istedi. Ama biri ayağıyla bastı. İnce bir ses çıktı Kerem’in dudaklarından, duyulmayan bir inilti gibi. Gözleri karardı. O an gölgesine baktı. Yerdeki karanlık dalgalanıyordu. Adeta ondan önce ayağa kalkmak ister gibi kıpır kıpırdı. Ama gölge hâlâ sessizdi. Kerem’in kalbinde bir şey koptu. Sanki bütün bu sessizlik bir balon gibi şişmiş, artık patlamak üzereydi. İçinde yıllardır biriken tüm cümleler, “yapmayın”lar, “istemiyorum”lar, “bırakın beni”ler, hepsi birden boğazına doluştu.

Ve birden haykırdı. “YETER!”

Sınıf dondu kaldı. Kalemler düştü, kahkahalar yarım kaldı. Ayağıyla kitabın üzerine basan çocuk irkildi, geriye çekildi. Herkes şaşkın gözlerle Kerem’e baktı. Kerem’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu, ama sesi titremiyordu. Elleriyle kitabını aldı, kucağına bastırdı. Nefesi hızlıydı ama içindeki düğüm çözülmüştü. “Beni üzmenize izin vermeyeceğim.” dedi kısık ama kararlı bir sesle. Öğretmen o sırada sınıfa girdi. Ortadaki sessizliği görünce anlam veremedi. Çocukların bakışları hâlâ Kerem’in üzerindeydi. Ama artık o bakışların içinde alay değil, şaşkınlık vardı.

Kerem sırasına döndü. Kitabını açtı. Ellerinin titremesi yavaş yavaş geçti. İçinden bir fısıltı duydu “Benim işim bitti.” diyordu gölge. “Sen kendi sesini buldun.” Kerem defterine

eğildi. Bu kez karalama yoktu. Kaleminden çıkan harfler belirgindi, cümleler netti. Kendi

sesinin izlerini kâğıda bırakıyordu…

Teneffüs zili çaldığında Kerem kimseyle konuşmadı. Çocuklar da onun yanına yaklaşmaya cesaret edemedi. Kahkahaların yerini fısıldaşmalar almıştı. Kerem koridorda yürürken kendi adımlarının sesini duydu; bu, ona ilk kez hafif gelmedi. Adımların yankısı, kalbinin sesi gibiydi.

Eve döndüğünde odasına geçti. Yatağına oturup ayakkabılarını çıkardı. Güneş, perde aralığından süzülüp duvarda tanıdık gölgesini çizdi. Kerem derin bir nefes aldı. “Ben… bugün konuştum,” dedi yavaşça. “Benden beklemezlerdi, ama söyledim. Yeter dedim.”

Gölge kıpırdadı. Bu kez sesi daha ince, daha uzak geldi: “Biliyorum. Hep seni bekliyordum. Ben senin suskunluğundum. Ama artık suskun değilsin.”Kerem birden ürktü. “Peki ya sen şimdi?” Gölge sessizce uzandı, duvarda yavaş yavaş küçüldü. “Ben yine yanında olacağım. Ama konuşmak bana değil, sana ait. Sesin sende kaldıkça bana ihtiyaç olmayacak.” Kerem başını yastığa yasladı. İçinde garip bir huzur vardı.

İlk kez gölgesine değil, kendine güveniyordu. Gece ilerledi. Oda karardı. Kerem gözlerini kapadığında bir fısıltı daha duydu, rüya ile uyanıklık arasındaki ince çizgide: “Sesini sakın kaybetme.”

Kerem gülümsedi. Karanlıkta kendi nefesini dinledi. Ve uykuya daldığında yanında hâlâ gölgesi vardı ama sessizdi. Çünkü artık onun sesi vardı.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top