Necdet Neydim
Ona göre göçebe hayatı yaşıyordu. Almanya’da küçük bir kasabada doğmuştu. Ardından yuvaya gitti. Nasıl mutluydu bilemezsiniz. Bir sürü arkadaşı vardı. Birlikte resim yaparlar oyunlar oynarlardı. Şenliklere gider, doyasıya eğlenir, parklardaki oyun bahçelerinde kum havuzlarına atlamayı çok severdi. Kumların arasına saklanmış mavi topları arayıp bulmak onu çok mutlu ederdi Bir de o plastikten şişirilmiş renkli atlar olurdu ya, üzerine oturup arkadaşlarıyla yarış yapardı. Doğum günlerinde o renkli kağıtlardan örülmüş tacı başına taktıklarında kendini minik bir prenses gibi hissederdi. Her ne kadar güzel vakit geçirmiş olsa da yine de kendini dışlanmış hissettiği zamanlar da çok olurdu. Mesela bazı günlerde ekmek arası sosis yedirirlerdi çocuklara, ama yabancı olduğu için Duygu’ya vermezlerdi. Herkes yer ama Duygu yemezdi. Onların yediği sosisler yerine ekmeğin arasına salça sürüp eline tutuştururlardı. Bazen de arkadaşları tarafından çok dışlanırdı. Bir keresinde arkadaşlarıyla birlikte bisiklet sürerken dikkati dağılmış ve yere düşmüştü, dizi kanamaya başlayınca kendini çok kötü hissetmişti. Çok ağlamış ve arkadaşı ona “Sen şimdi kan kaybediyorsun öleceksin.” deyince dehşete kapılmış bağıra bağıra ağlamıştı. O anki saflığıyla gerçekten öleceğini sanmış ve hemen annesinin kollarına koşmuştu. Annesine sarılıp “Annecim ben ölecek miyim?” diye bin kere sormuştu. Annesi de gülmüş “Saçmalama kızım, tentürdiyot süreriz, mikrop kapmasın diye, çabucak geçer.” demişti, içini rahatlatmıştı. Yuvanın son gününde de küçük bir parti vermişlerdi. Tüm çocuklar yuvada kalacaktı. Gece bakıcılarıyla yürüyüşe ormana gitmişler, cep fenerleriyle karanlıkta yürüyüş yapmışlar ve çok maceralı, heyecan dolu bir gece geçirmişlerdi. Yuva günleri de bu şekilde bitmişti.
Sonra ailece Türkiye’ye geldiler. O yıl ilkokula başladı. Okulun ilk gününü çok iyi hatırlıyordu. Annesi her şeyini önceden hazırlamıştı. Çanta, kalemler, kitaplar, defterler vs. hepsi en kalitelisindendi. Kırmızı süet ayakkabı da almıştı. Çok sevmişti onları. Birlikte okula giderken sürekli ayakkabılarına bakıyordu. Baktıkça havalı havalı yürüyordu, kendini “Külkedisi” gibi hissediyordu. Sınıfa ilk girdiği anı da çok iyi hatırlıyordu. Hemen Seçil diye bir kızın yanına oturmuştu, çünkü onu daha önceden tanıyordu. Banu Hanım onların sınıf öğretmeniydi. Uzun boyluydu, Sarı uzun saçları omuzlarına dökülüyordu ve kâkülleri dikkat çekiciydi. Siyah renkli kumaş pantolon, üstüne bordo ceket ve beyaz bir bluz. Giysilerinin içinde çok hoş görünüyordu. Gözlükleri de vardı ve elinde kırmızı tişörtlü bir fare vardı, adı ‘Mimi’ydi’, bize Mimiyle ilgili hikayeler anlatırdı hep. Okuldaki ilk günleri çok güzel geçiyordu ama bir süre sonra kendini mutsuz hissetmeye başladı. Nedenini tam tanımlayamıyordu; ama okula gitmek de istemiyordu. Daha yola çıktıklarında mide bulantıları ve baş dönmeleri çoğalıyordu. İyi değildi.
Okula gitmeyeli bir hafta olmuştu. Annesi okula gidip öğretmeniyle görüştü ardından onu zorla okula götürdü. Yine de okulda kalmak istememiş ve çok ağlamıştı, Banu Hanım onu teselli etmek için okul bitiminde sana sürprizim var demiş okulda kalması için ikna etmişti.
Bunun ardından okulu sevmeye başladı ve o günden sonra isteyerek severek gitti. Sınav günlerinde de hep çok hırslı olurdu. Seçil’le yarış yapardı. Seçil’in çoğu zaman sınavlarda hiç yanlışı çıkmazdı. Onun ise bazen bir iki yanlışı çıkar, bu nedenle her sabah annesiyle tekrar yapardı. Annesi onun hırsından çok hoşlanmaz abarttığını söylerdi. Yine de onu çalıştırmaktan vazgeçmedi. Bu çabalar işe yaramış ve sonunda çalışa çalışa daha da başarılı notlar almaya başlamıştı. Birinci ve ikinci sınıfı Beylikdüzü’nde okumuştu ama sonra Kadıköy’e taşındılar. Bu nedenle okulu değiştirmek zorunda kaldı.
Oradaki okula hiç alışamamıştı. Küçük bir mahalle okuluna gidiyordu ve kendini sonradan geldiği için çok yabancı hissetmişti sınıfta. Öğrencilerle çok anlaşamamıştı, Onunla fazla oyun oynamıyorlardı. Neyse ki okulunun yanında eski mahalleden bir aile yaşıyordu ve ikiz çocukları vardı. Selma ve Suzan idi adları. Ondan 3 yaş küçük olmalarına rağmen yine de çok severdi onlarla vakit geçirmeyi. Birlikte kitap okurlardı; oyunlar oynarlar en çok da yemek yemeleri ilgisini çekerdi. Kızların ikisi de şeker hastasıydı ve yemek yemeden önce tartıyla yemeği ölçerek verirdi anneleri. Kadıköy’de sadece bir yıl kalmışlar, sonra yine Beylikdüzü’ne geri dönmüşlerdi. Bu kez eski okuluna değil başka bir okula kaydolmuştu. Yeni bir sınıfı ve yeni arkadaşları vardı. Okul ortamı da farklıydı. Orada eski sınıfından bir arkadaşı vardı. Tanıdık biri olunca aynı dili konuşabiliyordu. Kızın adı Serpil idi ve aileleri de eskiden tanışıyordu. Serpil’le de çok güzel vakit geçirirdi; ama nedense onun içinde oluşan Serpil’in kendisine karşı kötülük düşündüğü duygusu onu çok rahatsız ediyordu. Serpil, hep ondan daha başarılı, daha iyi, daha güzel olmaya çalışıyordu. Ama sınavlarda başarılı olan ise Duygu’ydu. Onun bu hali ona olan öfkesini kışkırtıyor ve bu durum onun Duygu’yla sürekli kavga etmesine neden oluyordu. Oysa bunu yaşamalarını gerektirecek bir neden yoktu. Birbirlerine armağan ettikleri kolyelerde bile “en iyi arkadaşıma” yazıyordu. Duygu, onun kolyesini hala saklıyor.
Dördüncü sınıftan sonra okulu yine değişti. Ünlü bir okulun İstanbul şubesiydi. O okula girmek için sınav kazanması gerekiyordu. Kazandığını öğrenince inanılmaz bir mutluluk sarmıştı içini, çünkü dördüncü sınıftaki öğretmeni ondan nedense çok umutsuzdu. Böyle bir okula gidemeyeceğini, yeterince bilgili olmadığını, o okulun onu çok fazla aşan bir okul olduğunu söyleyerek özgüvenini sarsmaya çalışıyordu. Başarmıştı işte…
Yeni okulunun ilk günleri çok güzeldi, herkes yeni olduğu için kendini yabancı hissetmedi. Yanında Ömer adında bir çocuk oturuyordu ve ondan hoşlanmıştı. Çok sıkı bir arkadaşlık yaşamadılar ama o ilk hoşlandığı çocuklardan biriydi. Öyle çok sıkı fıkı arkadaşlıkları yoktu. Uzaktan ya da dile getirilmemiş bir sempati duygusu denebilirdi buna. İlk yıl yorucu ve gergin geçmişti. Dersler oldukça zor ve yorucuydu. Dersler, sınavlar vs. her şey daha farklıydı ve zordu; ama yine de uyum sağlamıştı. Bütün çabası üst sınıftaki öğrencileri gözlemleyip kendini daha bir aşmaya çalışmaktı. Çok değişik tipler vardı. Bazıları simsiyah giyinirdi, çaylak gibi bembeyaz tenleriyle hep asık suratla dolanırlardı, siyah botları olurdu ve hep metal/rock müzik dinlerlerdi. Onlardan çok korkardım. Sınıfında hatta tüm okulda “Almanya’dan geri dönen tek aile çocuğuydu.” ama bundan dolayı hiç mutsuz değildi. Tam tersi daha iyi olmuştu onun için. Bu okulda Türkçesi daha da ilerlemişti, gelişmişti. Yine de bir olayı hayatı boyunca hiç unutamayacaktı. Günlerden pazartesiydi ve okula her zamanki gibi gitmişti. Rahattı hiçbir şekilde içinde kötü bir duygu veya sınıfta anlaşamadığı birisi yoktu ama o sabah sınıfa girer girmez içini olumsuz duygular kaplamaya başladı.
Sınıf arkadaşları bir tuhaf davranıyordu ona karşı. Yerine oturduktan sonra bir arkadaşı eline bir kâğıt tutuşturmuştu. Kâğıdın üzerinde sınıftaki tüm öğrencilerin ismi ve imzası vardı ve kâğıtta “Senden nefret eden sınıftaki tüm öğrencilerden imza topladık. Kimse seni sevmiyor!” yazmışlardı. Hayatında kendini hiç bu kadar kötü hissetmemişti. Hemen tuvalete koşmuş, teneffüs boyunca ağlamıştı. Gözleri şişmişti ve sınıfa geri döndüğünde bunu herkes fark etmişti. Pişman olanlar da vardı aralarında ama artık olan olmuştu. Bazıları sonra gelip istemedikleri halde zorla imzaladıklarını söylemişlerdi ona; ama bu, onun için durumu değiştirecek bir sonuç yaratmıyordu.
O günden sonra sınıfındaki herkesten nefret etmeye başlamıştı. Kimseyle konuşmuyordu. Bir süre sonra olay unutulmuş gibi görünüyordu ama onun içindeki kırgınlık geçmiyordu. Bu olayın ardından başka arkadaşlıklar edindi ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmayı becerdi.
Bir süre sonra başka bir olay daha yaşandı. Türkçe dersinin sonunda sınıftan bir arkadaşı, ismi Taner’di, aralarında geçen küçük bir tartışmadan dolayı birden sınıfta “Alamancıların hepsi ölsün, hepsi gebersin!” diye ötekileştirici şekilde bağırmaya başladı. Bunu ona doğru söylemiş olması Duygu’yu çok kırmıştı. Kendini tutamadı, öfkeden ağlamaya başladı, hem de sınıfın ortasında. Şok içerisindeydi ve herkes onun üzüldüğünü görünce olay daha da büyümüştü. Ahmet Öğretmen, Taner’in yaptığı yanlış hareketi çok sert kınamıştı ve meseleyi okul müdürüne aktardı. Müdür daha uzlaşmacı davranmış ve Taner’e yaptığı yanlışı anladığına ilişkin bir metin yazdırmıştı. Duygu, o olaydan sonra çocuğun suratına hiç bakmadı. Onu gördüğünde içinden geçen duygu çok sevimsizdi.
Sonraki yılları rahat ve normal geçmişti. Ancak sekizinci sınıftan sonra sınıflar yine karıştırılmış, sonradan en sevdiği arkadaşı olan Melis ile tanışmasını sağlamış ve onunla çok eğlenceli günler geçirebilmişti. İnsanlar, onların kardeş olduklarını düşünüyordu. Tam iki yıl birlikte geçirmişler ve onuncu sınıfa gelmişlerdi.
Her şey çok iyi giderken birden babasının şirketi iflas eti ve o andan sonra her şey kötüye gitmeye başladı. Kış aylarında -20 derece soğuklarda evde bir odada soba yakarak ısınıyorlardı. O günler kötü günlerdi ama yine de ayakta duruyorlardı. Duygu tüm bu zorlukları yaşasa da üstesinde gelmeyi başardı, çünkü onun düşleri vardı. Hayatın ona birçok şey sunacağından emindi. İyi ya da kötü. Asıl olan hayatı yaşamaktı.
Duygu, artık daha öte yolculuklara çıkmaya hazırdı…