Çocuk Edebiyatında Yolculuk Yapan Çocuklar

Marnie Campagnaro ve Nina Goga

  1. Resimli Kitaplarda Figürler ve Durumlar

Evrensel edebiyatta en sık rastlanan temalardan biri olan ‘yolculuk’; gerçek, hayali, macera dolu, keşif amaçlı, günlük hayattan kaçış için ya da bilgi arayışında olsun, insanın değişim için olan arzusunu barındırmaktadır. İnsanlar içlerinde derinlerde bir yerde ya da yaşamlarında keşfetmedikleri bir şeyler olup olmadığını öğrenmek için ve mümkünse bunu değiştirmek için yolculuk yapmaktadır.

Batı edebiyatının çıkış noktalarından biri yolculuktur. Dünyanın en çok çevrilen kitabı olan İncil’de, Vadedilmiş Topraklar’a ulaşmak için yapılan uzun ve zorlu yolculuk anlatılmıştır (Mısır’dan kaçış, çöl ve Kızıldeniz’den geçiş, Hz. Nuh’un tufandan kaçarak sığınak aramak için gemisiyle yola çıkması, Hz. Yunus’un imtihanları ve sıkıntıları). Yunan şiirlerinden bilinen en eskisi, Odysseus’un (yaklaşık olarak M.Ö. 720) sorunlu yolculuğunu anlatmaktadır. On yıllık maceranın ardından güvenli liman olan İthaka’daki güzel ve sadık Penelope’nin kucağına dönüşü, eve olan duyuşsal ve duygusal bağın edebi sembolüdür. İtalyan edebiyatının en çok bilinen eseri İlahi Komedya (1304 ile 1321 yılları arasında yazılmıştır) bile bir yolculuğu betimlemektedir. Bu eserde; bizim için akıllardan asla çıkmayacak olan çeşit çeşit karakterin çalkantılı hayatlarını, çilelerini ve insani tutkularını, harikulade hayal gücüyle anlatan Dante Alighieri, ahiretin fantastik yansımalarının bulunduğu uhrevi bir yolculuğu ele almıştır.

İnsanoğlunun yanılmaya olan eğilimi ve kültürümüzün oluşumu arasında garip derecede bir etkileşim vardır. Bu etkileşimden de ister istemez çocuk edebiyatı da etkilenmiştir. Çocuk kitaplarının evrimi tarihsel süreçte ele alındığında, zorlu maceralara atılmak için ‘yolculuk’ yapan cesur ve zeki çocuk figürlerine rastlanmaktadır. Bu maceralardaki yolculuk, öğrenim için bir metafor haline gelmiştir.

Buna örnek olarak: Robinson Crusoe (Daniel Defoe, 1719), Gulliver’in Gezileri (Jonathan Swift, 1726), Baron Munchausen’ın Olağanüstü Maceraları (Rudolph Erich Raspe, 1785), Alis Harikalar Diyarında (Lewis Carroll, 1865), Dünyanın Merkezine Yolculuk ve Denizler Altında Yirmi Bin Fersah (Jules Verne, sırasıyla 1865 ve 1869), Define Adası (Robert Louis Stevenson, 1883), The Tigers of Mompracem (Salgari, 1900), Oz Büyücüsü (Frank Baum, 1900), Peter Pan (James Matthew Barrie, 1906), Bibi. The little girl from the north (Karin Michaëlis, 1929), Küçük Prens (Antoine De Saint-Exupery, 1943) gibi klasikleri aklınıza getirin. Bunların yanında ek örnek olarak dönem olarak bize daha yakın olan yazarları da kronolojik olarak sıralayabiliriz: Astrid Lindgren, Lois Lowry, Jean-Claude Mourlevat, Michael Morpurgo, Robert Westall or the Italians Silvana De Mari, Beatrice Masini, Roberto Piumini, Guido Sgardoli.

  1. Yolculuğa Çıkmak: Nereye, Nasıl ve Neden?

Çocuk edebiyatında çocuğun yolculuğuna sıkça rastlanılır. Bu yolculuk onu kimi zaman modern şehirlere kimi zaman da uzaklardaki diyarların sınırlarına götürür. Yeri geldiğinde zamanda bile yolculuk yapan çocuk, ulaşımını; yaya olarak, gemiyle, trenle, arabayla, uçakla, sıcak hava balonuyla, atla, eşekle, fille, kazla, ton balığı ve benzeri başka devasa deniz canlılarıyla, cadı süpürgesiyle, yusufçukla, deniz kabuklarına oturarak, yaprakların üstünde yatarak, sihirli halılarda oturarak ya da ejderhalara tutunarak, başka bir deyişle geleneksel veya uydurma her türlü yolla sağlamaktadır.

Tehlikeli ve bilinmeyen yerlere gitmekten korkmaması, çoğunlukla çocuğun iç yaşamı için bir metafor olarak kabul edilmektedir. Gerçekten de çocuk edebiyatında yolculuk denince akla gelen çok sayıda eserde, tıpkı Maurice Sendak’ın tartışmalı ve çok beğenilen In the Night Kitchen (1970) kitabında olduğu gibi meşhur ana karakterlerin hayali ve çılgın gezileri anlatılmıştır. Bu kitabın ABD’de halen devam etmekte olan tartışmaların odak noktası ise çocuk çıplaklığının sergilenmesi ve metnin altında yatan Holokost’a yapılan mecazi göndermelerdir. Hikâye, mükemmel ve (görünüşe bakılırsa) mantığa uymayan tek gecelik bir yolculuğu anlatmaktadır. İtalyan çevirisinde ismi Luca olan ana karakter, pijamaları soyulmuş ve yumuşak şekilsiz bir hamurla vücudu kaplanmış olarak sayfadan sayfaya farklı şekillerde süzülmektedir. Bunlara örnek olarak; havada süzülmesi, kek hamuruna batması, süt şişelerinde yüzmesi ya da macerasının sonunda onu sıcacık yatağına güvenli bir şekilde geri getiren kâğıttan uçakları uçurması verilebilir.

Bunca çocuk edebiyatı klasiği tekrardan okunurken, “ev-ayrılış-ev” olarak özetlenebilecek yinelenen bir anlatı modeli tespit edilebilir. Bu model dönemsel ve bölgesel olarak çok farklılık gösteren eserlerde kullanılmıştır. Örnek olarak birkaç tane başyapıt vermek gerekirse: Collodi’den Pinokyo (1883), meşhur İngiliz yazar Beatrix Potter’dan Tavşan Peter’in masalı (1902) ya da İtalo Calvino’dan İkiye Bölünen Vikont isimli fantastik hikâye. Bu köklü model Maurice Sendak’ın Vahşi Şeyler Ülkesinde ya da Leo Lionni’nin Pezzettino gibi meşhur kitaplarında da göze çarpmaktadır. İki kitapta da ana karakterler (Max ve Pezzettino) ufak tekneleriyle güvenli liman olan evlerine olumlu yönde değişmiş ve kendileriyle barışık bir şekilde geri gelmişlerdir. Yazar genellikle; gerçek ya da hayali bu keşif seferlerinde, ana karakteri zorlu bir durumda resmetmektedir. Karakter tek başına, ufak bir teknede, uçsuz bucaksız denizin ortasında, fırtına korkusuyla yüksek dalgaların merhametindedir. Bunlar, ana karakteri bekleyen yolculuğun ön görülemez ve yalnızlık içerisinde olduğunu okura hatırlatmak için kullanılan çarpıcı görüntülerdir. Genç kumandan; herhangi bir işaretin ya da yolun bulunmadığı, hayatın tıpkı kendisi gibi değişken ve sürekli hareket halinde olan denizde yönünü bulmayı öğrenmelidir. Bu da, ana karakterin uzun ve zorlu yolculuğu sırasında karşılaşacağı çetin görevleri aşabilmesi için sahip olması gereken azmi betimlerken kullanılmış çok etkili bir yöntemdir. Böylesine çağrıştırıcı bir figür (denizin ortasındaki küçük çocuk) okurun macera isteğini uyandırmakta ve asla çözülemeyecek olan, insanın sınırlılık durumu (ufak ve kırılgan tekne) ve insandaki sınırsızlık arzusu (uçsuz bucaksız deniz) arasındaki çatışmayı anımsatmaktadır.

Macera dolu yolculuklarda ana karakter her zaman eve dönmemektedir. Yani, bu “ev-ayrılış-ev” anlatı modeli “ev-ayrılış-yeni ev” şeklinde yeniden yazılabilir. Avare Rasmus (1957) kitabında, Rasmus’un ailesini bulmak için çıktığı iç yolculukta kaderin yüzüne gülmesi sayesinde Oscar ile karşılaşması, Tove Jansson’un Little Knit all alone (1960) resimli kitabında orijinal ve modern dantesque komedinin yeniden canlanması ya da Shaun Tan’ın yakın zamanda çıkarttığı övgü almış Uzak (2008) çizgi romanındaki ana karakterin kültürel yolculuğu bu model için çok güzel örneklerdir.

Yolculuğa başlamak bir temel şartla nitelendirilmektedir: Kişi “ bir yere ya da başka bir yere” gitmek için “belirli bir yerden” yola çıkar. Çocuk edebiyatında ise “belirli bir yer” çoğunlukla evdir ve bizim üzerinde düşünmek istediğimiz güçlü ve sembolik figür de budur.

Tarafsız bir başlangıç noktası olan ev, genellikle somut bir yer olarak algılanır: Ailenin bir araya geldiği ve ana karakterin temel ihtiyaçlarının karşılandığı, olumsuz durumlara ve tehlikelere karşı sığınak görevi gören bir yerdir.

Ancak ev aslında gayet metaforik bir yerdir: Evde olmak ya da hissetmek; samimiyet, başkalarıyla birlikte iyi hissetmek ve en önemlisi kendine güvenmek ile özdeşleştirilir. Genellikle, olası geri tepme ya da misilleme korkusu olmadan kişinin en mahrem düşüncelerini belirtebileceği ve gerçek kişiliğinin tamamen ortaya çıkabileceği bir yerdir.

Ev, çocuğun iç hayatını ya da bilgiye olan açlığını tatmin edemediğinde veya fiziksel ve psikolojik sığınak sağlayan güvenli liman olmaktan çıktığında; çoğu edebi eserin anlatısında, ana karakter anavatanından ayrılmaya ve dünyaya açılmaya yönelmiştir.

Bunun birçok nedeni vardır.

En önemli nedenlerinden birisi ise ana karakterin merakı ve maceracı kişiliği ile yakından bağlantılıdır. Aile evinin sınırlayıcı duvarları, onun bilgiye olan açlığını tatmin edemediğinde, evin ötesine uzanan her şeyi keşfetme arzusu dizginlenemez hale gelmektedir. Ana karakter, doğrudan deneyimle dünya anlayışını güçlendirme ihtiyacını karşılayabilmek için etrafındaki alanı ve arama yöntemini genişletme gereksinimini hisseder. Buna güzel bir örnek olarak; Wolf Erlbruch’un At Night (2006) kitabındaki tasvir edilen gözü açık ufak Fons gibi çok sayıda gece çocuğunun çıktığı birtakım tuhaf gece yolculukları verilebilir. Günlük yaşamından farklı olan mekanları ve zamanları deneyimleme ihtiyacı, Bruno Munari’nin unutulmaz hikayelerinde birçok ana karakteri evlerinden ayrılmaya itmektedir.

The dark of the night (1956) ve In the fog of Milan (1968) kitaplarında gündelik rutin hayatın sınırlarında yaşanan olağanüstü maceralar anlatılmaktadır. Bu hikayeler fantastik bir dünyada geçmemektedir, maceraları bu derecede olağanüstü kılan şey ise alışılmışın dışındaki zaman ve hava durumu (geceleyin, sisin içerisinde) tercihleridir. Munari, hikayelerinin geçeceği dönemleri gündelik hayattan dikkatli bir şekilde nasıl seçeceğini çok iyi bilmektedir. Eserlerinde, kentsel manzaralar karakterlere dönüşüp çocuğun ilgisini çeker ve duygusal açılığını sınar. Sayfaları çevirirken fiziksel, duyusal ve gerçek bir keşfin içine atılan okur; gözlerini değişken figürlerden alamaz (solan ya da koyulaşan renkler, birleşen şekiller), kulakları dolgun seslerle dolar (kâğıdın sıkılığı, sayfaların dalgalanması) parmakları birbirine zıt malzemelerin üzerinde kayar (sayfanın doluluğunun yerini bir deliğin boşluğu ya da karbon kağıdının şeffaflığı alır). Bu farklı perspektifler arasındaki sürekli değişimle de günlük yaşamın olağanüstü doğasını keşfeder.

Evden ayrılışın ikinci bir sebebi ise ana karakterin, kuralları ve ebeveynleriyle öğretmenleri gibi yetişkin figürler tarafından dayatılan sınırlamaları kabul etmeyen isyankâr ve riayetsiz doğasıyla bağlantılıdır. Burada Yirminci yüzyılın başında Antonio Rubino’nun kaleminden doğan neşeli, öfkeli, şımarık, huysuz ve isyankâr Viperetta akla getirilebilir. Yazar, o güne kadar var olan (ve uzun bir dönem devam eden), eserlerde kızların naziklik, alçakgönüllülük ve önceden belirlenmiş otoriteye sıkı itaat değerleri ile betimlenme stereotipini yıkan yeni bir kadın figürü sunmuştur.

Çok daha yakın tarihli bir yayın ise Viorel Boldis ve Antonella Toffol’un; çağdaş zamanlarda geçen, anavatandan ayrılma ve dokunaklı eve dönüş temalarının işlendiği yalın bir hikâyenin anlatıldığı The white handkerchief (2010) adlı kitabıdır. Buradaki ayrılık, sert ve hiçbir konuda taviz vermeyen babasının otoritesine katlanamayan bir ergenin yani hikâyenin ana karakterinin isyanından doğmaktadır.

Gerginlikler ya da bir fiziksel ve psikolojik mahrumiyet durumu da ana karakteri evini terk edip dünyaya açılmaya itebilir. Çocuğun kaçma sebebi ailesi ya da velileri tarafından kendisine dayatılan küçük düşürücü ve zorlayıcı hayat koşullarını artık kabul edememesi, evinde güvende hissetmemesi, yolunu kaybetmesi, tehdit altında hissetmesi, korkması, çaresiz ve eyleme geçemeyecek durumda olması olabilir. Çocuk; fiziksel (“başka” yerlere ulaşma) olsun, ilişkisel (başka insanlarla tanışma ya da arkadaş edinme) olsun ya da akli (ifade ve konuşma özgürlüğü) olsun, her türlü hareketi kısıtlandığı için yolculuğa çıkmaya karar verir. Bu durumda ev; tıpkı Armin Grader’in [1] rahatsız edici The City kitabında betimlediği gibi, çocuğun mahvolduğu karanlık, kasvetli, güçten düşüren bir hapis ve yıkıcı bir ortam haline gelir.

Son olarak da çocuğun evden ayrılma kararı söndürülemeyen arkadaşlık, dostluk ve irtifak ihtiyacına atfedilebilir. Buna örnek olarak genç Giordano’nın şairane hikayesini anlatan, Janna Carioli ve Marina Marcolin yazdığı Giordano of the lighthouse (2009) kitabı ve küçük çocuklara adanmış birçok benzer hikâye verilebilir.

İki kişinin beraber tecrübe ettiği maceranın güzelliği, çocuk edebiyatında çok popüler ve tekrar eden bir temadır. Yolculuk, tıpkı Valeri Gorbachev’nin The long journey. The story of an adventurous friendship (2007) kitabında olduğu gibi, sadece ergenliğin değil çocukluğun da karakteristiği olan, kıymetli dostluk bağlarını keşfetmek, beslemek ve güçlendirmek için bir araçtır.

  1. Yolculuk Yapan Çocuk Örnekleri ve Modelleri

Hayali çocukları evden ayrılmaya ve gezginliğe iten çok çeşit neden vardır. Sonraki sayfalarda da ele alacağımız üzere, onları doğdukları evi terk etmeye ve bir yolculuğa çıkmaya iten tek bir neden değil, hayatın öğrettiği üzere, birkaç etkenin birleşimidir. Seçtiğimiz figürler bu şartı yansıtmaktadır. Dahası çocuk edebiyatının yüz elli yıllık tarihi sürecinde gerçekleşen önemli değişiklikleri de etkili bir şekilde anlatmaktadır.

Meraklı, zarif ve maceraperest.

Yolculuk yapan çocuklar ve örnek figürler

Olmazsa olmaz bir edebi figürle başlayalım.

Pinokyo, yarı kukla ve yarı çocuk olan olağanüstü bir karakterdir; konuşan ve tamamen bağımsız olarak yürüyen bir odun parçasıdır. Ebedi hareket halinde olan bir figürdür: hız, çabukluk, davranış çevikliği, söz ve düşünceler dünyasına aittir. Bir peri masalının oğlu olan Pinokyo; yazar Carlo Lorenzini’nin, odak noktası hayali yolculuklar olan eserleri okumasıyla şekillenmiştir. Bu eserler: Odisseia, Aristofanes’den Kuşlar, Apuleius, the True Story of Luciano Fransız peri masalları ve fablları, Robinson Crusoe ve Gulliver’in Gezileri olarak sıralanabilir. Pinokyo da yazarın isteği ile uyumlu olarak her yere, her türlü imkanla yolculuk yapmaktadır. Dünyadaki sokakları dolaşırken izlediği rotada herhangi mekânsal bir kısıtlama yoktur. Dünyanın etrafını devreder, gökyüzünde uçar, denizde yüzer, fevkalade taklalar atar, inatçı eşeklere biner, baş döndürücü yüksekliklere güvercinlerin sırtında çıkar ve denizi ton balıklarıyla aşırı hızlı bir şekilde aşar.

Collodi’nin meşhur kitabının çift kökenliliği belirtilmiştir. Kuklanın “ikilik” yüzünden iki farklı psikolojik doğası vardır. Aslında Collodi iki farklı Pinokyo betimlemektedir. İlk Pinokyo (1. bölümden 15. bölüme kadar), yakalanması zor, korkusuz, yıldırılamaz, koşan, zıplayan, kendini ezdirmeyen, yüzen ve koşan biriyken; ikinci Pinokyo (16. bölümden 36. bölüme kadar) çok daha durgun, düşünceli, evcimen olmakla beraber bir “mükemmellik örneği” ve “iyi çocuk” olmuştur. İlk Pinokyo, otantik çocuk özellikleriyle başka bir deyişle bir enfant terrible bizi kendine çekmiştir. On dokuzuncu yüzyıl bilinçaltının kimsesiz oğlu, yılmaz ruh ile karakterize edilen, afacan, saf, sorumsuz ancak nezaket sahibi, cana yakın, laubali, erdemlerinde ve kusurlarında merhametli, Geppetto evine sadece uzun yolculukları arasında dinlenmek için giren bir Pinokyo. Aile evi, başlangıçta çılgın yolculuğa devam etmeden önce temel ihtiyaçların karşılandığı bir sığınak yani sadece bir ara bölgeydi. Modern de olsa yetişkin dünyası için bu Pinokyo’nun, yakalanıp düzeltilecek, ehlileştirilecek ve adam edilecek bir kukla olduğu kesindir. Ancak tazı gibi koşan, geyik gibi zıplayan, tavşan gibi kaçan, taklalar atan ve şen şakrak yunuslar gibi sıçrayan bir kukla nasıl yakalanır ki?

Pinokyo, sürekli yaptığı yolculukları sırasında olağanüstü ve saçma bir mantık tarafından yönlendirilmiş gibi görünür. Aslına bakılırsa, Pinokyo’nun bu mantıksız mantığı, tam da “gerçek seyyahlar sadece yola çıkmak için yola çıkanlardır; nedenini bilmeden ‘haydi gidelim’ diyebilenlerdir” (Charles Baudelaire) şeklinde düşünen çocukların mantıklı mantığıdır.

Pinokyo’ya benzer bir karakter de hakkında masallar yazılan meşhur Norveçli Askeladden’dir. Her zaman hareket halinde olan Askeladden hakiki bir araştırmacı ve seyyahtır. Yolculuğunun sonunda kaderindeki prensesle tanışsa bile onu hayatının sonuna kadar dört duvar arasına hapsolmuş şekilde hayal etmek oldukça zordur.

Bu eserin en neşeli yorumlarından bir tanesinde kimsenin susturamadığı bir prenses vardır. Kral, kızını susturabilecek cesur maceracılara vereceği ödülü (prenses ile evlilik ve krallığın yarısı) açıkladığında Askeladden ve iki kardeşi yola koyulmuştur. İki kardeş, acele bir şekilde çenesi düşük prensesin yanına giderken, Askeladden onların aksine çanak çömlek, ayakkabı tabanı gibi görünürde işe yaramayan eşyaları toplamak için yolculuğunu sakin bir şekilde yapmıştır. Meraklı biri olan Askeladden her eşyanın potansiyelini görebilmektedir. Görünürde amaçsız gezintisinde topladığı bu önemsiz ve nerdeyse değersiz eşya koleksiyonu, öyle ki, zapt edilemeyen prensesi şaşkınlık uyandırıcı şekilde bunlar vasıtasıyla susturmayı başaracağından dolayı onu kurtaran şey olacaktır. Kurnaz Askeladden, bitmeyen sorulara topladığı farklı eşyaları göstererek prensese susup kalmak dışında bir çare bırakmamıştır. Askeladden’in hikayesi, genç okurlara gezinmenin, hareket etmenin, gözünü ve zihnini açık tutarak yürümenin önemine dikkat çekmektedir. Dünyayı keşfeden biri ve hakiki bir seyyah olarak önyargılarından arınmış Askeladden, yavaşlayıp gerekirse durmayı, risk almayı ve kaçınılmaz olduğunda kendi deneyimlerini sorgulamayı bilmektedir.

Askeladden’in daha modern ve çok yönlü bir versiyonu, birçok resimli kitabın yazarı olan meşhur Norveçli çizer Svein Nyhus’un Opp og ut (Up and out 2008) kitabındaki isimsiz karakterdir. Hikâye doğrudan kapakta, ana karakterin omzunda her hakiki seyyahın amblemi sayılabilecek olan bohçayla betimlenmesiyle başlamaktadır. Havuç renginde saçları ve uzun kırmızı burnu, meraklı ve hevesli doğasını vurgulamakta ve biz okurların aklına Pippi Uzunçorap ve Yeşilin Kızı Anne gibi çocuk edebiyatının unutulmaz figürlerini getirmektedir.

Ufak kızıl saçlı karakterin yaptığı yolcuğunun aslında bir başlangıç noktası olmamasıyla birlikte okurun hikâye başında karşılaştığı ilk sözcüklerin ‘yürü, yürü, yürü, yürü, yürü’ olması şaşırtıcıdır. Yazar, karakterin evden ayrılışı ve ailesi ile ilgili hiçbir bilgi vermemektedir. Onu özgür ve bağımsız bir şekilde tıpkı hakiki berduşlar gibi doğrudan yolculuğa çıkartır. Günün birinde yolculuğundan usanan bu acayip figür mucizevi şekilde canlanan bir taşın üzerine oturur. Dilsiz ve utangaç olan bu taş, onun için çok uyumlu bir yol arkadaşı olmuştur. Doğan arkadaşlık sonrası çıktıkları yolculuklarda bu ikili kendilerini, fantastik bölgeleri geçerken, garip yaratıklarla karşılaşırken zorlu engelleri aşarken bulmuşlardır. Hikâyenin sonlarına doğru çatlamaya başlayan bu taş git gide daha çok çatlar, ta ki soğuk taş kalbinin içerisinden bir çocuk çıkana kadar. Bu tam bir zafer hikayesidir. Arkadaşlıklarının tecrübesiyle güçlenen ikili, korkusuz bir şekilde tekrardan yola çıkmışlardır. Yeni maceralara atılmak amacıyla ve daha önemlisi başka ıssız ‘taşları’ kurtarmak için tekneleriyle yelken açmışlardır.

Cesur, ehlileştirilmemiş ve isyankâr.

Yolculuk yapan kızlar ve sınırların zorlanması.

1976 yılında, Norveçli sanatçı Fam Ekman, İtalyanca’ya çevrilmeyen Hva skal vi gjøre med lille Jill? (Ufak Jill’le Ne Yapalım?) isimli kitabı yayınladığında, özgünlüğü, metnin altında yatan çetrefillilik ve alışılagelmişin dışında olma özellikleriyle kısa sürede dikkatleri üzerine toplamıştır. Özgün yönü, küçük bir kızın klasik ve modern sanatla tanışmasını anlatmasıdır. Çetrefilli yönü, derin bir arkadaş bulma isteği ve hayatında tatmin edici bir şey keşfetme arzusu sayesinde sanat dünyasıyla karşılaşmasıdır. Alışılagelmişin dışında olan yönü de bu arzunun açık ve net bir şekilde, genç ana karakterin ihtiyaçlarını anlayamayan ve karşılayamayan ebeveynlerinin inisiyatif eksikliğinden kaynaklanmasıdır. Ufak Jill’in evden ayrılışı ve sanat dünyasıyla karşılaşması, tam anlamıyla gerçeklikten kaçış olarak yorumlanabilmektedir. Aile sisteminden çıkmak için ve ona uygun olmayan stereotipik iyi kız imajından kurtulmak için evini terk eden bir kızın hikayesini anlatan resimli kitap, sonrasında gelen yaklaşık kırk yıllık süreçte, kadın figürü için özgürlüğün manifestosu haline gelmiştir. Ufak Jill’in evde kalma ya da annesine benzeme gibi bir niyeti yoktur.

Hikâyenin başındaki ilk formada, odaya giren ebeveynlerin sırtlarını ve kenarda devasa bir koltukta kıvrılıp yatmış şekilde ana karakteri görüyoruz. Ebeveynler boyunları eğik bir halde, bütün günü evde yatarak geçiren kızlarıyla ne yapacaklarını düşünmektedirler. Duvara bir resim asmaya karar verip, Jill’in hayatına neşe katmak için ellerinden geleni yaptıklarını düşünmüşlerdir. Odadan ayrıldıklarında, Jill resme yaklaşıp yakından incelemeye başlamıştır. Bu sırada resmin içerisinde parktaki bankta oturan küçük bir kızı fark etmiştir. İkisi sohbet etmeye başlarlar ve resimdeki kız, Jill’e bir at istediğini söyler. Ona yardım etmeye karar veren Jill, ailesini evini terk edip arkadaşı için bir at bulma yolculuğuna çıkar. Sanat müzesine geldiğinde etrafta gezip sanat eserlerine bakarken, bir atı nereden bulabileceğini insanlara sormaya başlar. Müzede neredeyse sadece kadın sanatçılarla konuşur. Bu da neşeli ufak Jill’in bir kadın olarak kimliği hakkında bilinçlenmesi ve keşfetmesi için ortam hazırlayacaktır. Uzun bir yolcuğunun sonunda çok güzel bir at bulmayı başarmıştır. Bulduğu at da Donatello’un Gattamelata Atlı Heykeli’dir. Sanat tarihinde, geleneksel olarak ata binmek maskülenlik sembolüdür. Atlı, atını ona vermeyi kabul ettiğinde, güçlü ve hoşnut hisseden Jill sonunda özgürlüğüne kavuşmuş bir şekilde oradan atın üzerinde ayrılmıştır. Genç arkadaşına atı vermek için eve geri geldikten sonra, arkadaşı onu ve atı resmin içine girmeye davet etmiştir. Sondan bir önceki forma, iki kızı atla beraber bir ormandan geçerken göstermektedir. Son iki sayfada ise yazar, boş koltuğu ve henüz Jill’in yokluğunu fark etmemiş belki de hiçbir zaman fark etmeyecek olan bıkkın ebeveynleri resmetmiştir. Hva skal vi gjøre med lille Jill? kitabı, yolculuk hikayesinin içinde gizlenmiş çok anlamlı göndermelerle süslenmiştir. Jill’in sanat vasıtasıyla yolculuk yaptığına herhangi bir şüphe yoktur. Aynı zamanda yolculuğu muhakkak ki kendi hayal gücünün ürünüdür. Ancak, Jill’in uzun gezintileri esasen kendi kimliğini fethetme yolunda yaşadığı çetin ve ıssız bir yolculuktur. Sıradan bir hayattan kurtulup hayatın güzelliklerini (sanat) ve kendi kimliğini (kız olarak) aramak için evden kaçan küçük Jill yapayalnızdır.

Ailesinin evini terk etmesi ona yeni bir yaşam yolu, yeni bir hayat ve farklı dünyalara açılma imkânı verecektir. Evi terk etmek onun için hayatta kalmanın, kendini kurtarıp korumanın tek yolu olmuştur. Evi terk etmek bazen başkalarının hayatını kurtarmanın tek yolu olabilmektedir. Tıpkı, meşhur İtalyan çizer Roverto Innocenti’nin kaleminden doğan “devrimci” ve yolcu bir çocuğu anlatan Rose Blanche (1985) kitabında olduğu gibi. Bu eser, sosyal adalet için annesinin bile haberi olmadan evi kendi iradesiyle terk etmeye karar veren bir Alman kızını anlatmaktadır. Üzücü son bölüme kadar tekerrür eden kaçışları, evinin yakınlarındaki toplama kampında trajik bir şekilde hapsedilmiş Yahudi çocukları kurtarma çabalarıdır.

Rose Blanche, olumlu şekilde ıslah edilmiş bir çocuğun vücut bulmuş halidir. Innocenti, bu çocuğun nezaketine odaklanarak, onun gücüne, cesaretine ve etik tutarlılığına daha ehemmiyet vermek istiyormuş gibi görünmektedir. Adil olmayan kurallara karşı gelen ancak yurttaşlarına karşı hoşgörülü ana karakter, narin ve savunmasız çocukların hapsedilmesine, berbat muamele görmelerine ve korkunç bir şekilde ölmelerine izin veren savaşın mantıksızlığına karşı isyan etmeye karar vermiştir.

Etik olarak bir yüzleşmenin meydana geldiği alanda, cesaret, dürüstlük, adalet ve namus gibi değerlerin ikonu olan, kibar ve nazik Rose Blance ve sadece kendi menfaatleri uğrunda hareket eden korkak, namussuz, kendini beğenmiş belediye başkanı arasında çatışma oluşmaya başlamıştır. Bu çatışma, Rose Blanche’nin saçındaki masum ve çocuksu kırmızı kurdele ile belediye başkanının kolundaki otoriteyi ve gücü sembolize eden kırımızı Nazi arması arasındaki zıtlık ile sunulmuştur. Rose Blanche evi terk etme ihtiyacından etkilenmemiş gibi gözükse de okur kitabın sayfalarını çevirirken ana karakterin neredeyse her sayfada yaşadığı şehirde yürürken resmedildiğini fark etmemesi mümkün değildir. Bu nedenle, bu çok ince figürde yürüme güdüsü kuşkusuz bir şekilde hissedilebilmektedir. Yorulmak bilmeden sürekli yaptığı bu yürüyüşler, onu çevreleyen gerçeklikle tanışma ve yüzleşme imkânı sunmuştur. Savaşın olumsuz etkileri de onu evini terk etmeye itecektir. Kapakta camın arkasından sadece belinin üstü görünen Rose Blance durgun ve duygusuz olarak resmedilmiştir. Bu da etkileyici eserin sayfalarında gösterilen, şehrin sokaklarındaki kararlı ve azimli yürüyüşlere bir antitez görevi görmektedir. Genç ana karakter, gerçeği keşfedebilmesi için evini terk edip, yaşadığı şehrin tanıdık ve güvenli sınırlarının ötesine yaya olarak bir yolculuğa çıkması gerekmektedir. En güzel peri masalı geleneği doğrultusunda, Rose Blanche sadece bilinmezliklerle dolu ormanı geçtikten sonra, kamyondan kaçıp tekrardan inatçı belediye başkanı tarafından yakalanan ufak Yahudi bir çocuğun kaderini keşfedebilecektir. Beti benzi atmış, durgun, sonsuza dek kaybolmuş çocukları görünce donup kalan Rose Blanche, karşılaştığı bu korkunç sahneyi asla unutamayacaktır. Bu sahne aynı zamanda okurları da sarsıp, onlara 20. yüzyılda yaşanan yıkıcı trajedinin dehşetini hatırlatacaktır.

O yaştaki bir kızın, kendini evinden uzaklaştırma kararı, bilinmedik yerlere gitmesi ve böylesine bunaltıcı durumlarla yüzleşmesi Rose Blanche’nin yolculuğuna bir anlam katacaktır. Hikâyede; Almanya’nın yenilgisinin şafağında bile, ölen çocukları gördükten sonra ormanda üstlendiği etik sorumluluğa bağlı kalan tek karakter olacaktır. Köydeki herkes kendi canını ve malını kurtarmak amacıyla güvenli bir sığınak bulmak için tek bir yöne (sol tarafa) doğru koşmaktadır. Bunların arasında militan Nazi maskesini çıkartıp, iyi bir burjuva maskesi takma fırsatını kaçırmayan belediye başkanı da vardır. Bu sırada Rose Blanche, kırmızı kurdelesini bile kaybetmiş bir şekilde tereddüt etmeden ters yöne (sağ tarafa) koşmaktadır. Kara talihten etkilenmiş insanlara ışık olmak ve umut getirmek için son bir kez daha bu berbat bir kadere karşı gelecektir.,

Rose Blanche böylesine büyük bir mücadeleyi kazanmak için çok küçük ve bu yüzden hayatını kaybedecektir. Metin, kaybolan çocuğunun asla geri gelemeyeceğini bilen bir anne figürüyle keder dolu şekilde sonlanmıştır. Yine de son resim bize büyük umut vadetmektedir. Rose Blanche’nin uzun yürüyüşleri, cesaret dolu yolculukları, patlamalar ve mermi sesleriyle dolu savaş alanından yaptığı son çılgın koşusu boşuna değildi. Kapakta resmedilen; hiçbir şeyi aldırmaksızın evinin kasvetli duvarları içerisinde hapsolmuş şekilde dış dünyayı gözlemleyen dağınık küçük bir kızın yerini, sadece bahar günlerinde görülebilecek muhteşem mavi bir gökyüzü tarafından aydınlanan, Rose Blanche’nin fedakarlığı sayesinde hayata dönmüş bereketli, yemyeşil ve çiçeklerle dolup taşan bir çayır almıştır.

  1. Uç Noktalardaki Yansımalar

Güvenli ve korunan bir yere varmanın verdiği mutluluktan defe varmanın mutluluktan ayrı olarak, sadece yolculuğa odaklanan bir edebiyatın bize sunabileceği nedir? Bu yazarlar için yolculuk ve başka yerlere gitmek; hayatın inişleriyle çıkışlarını, kendini, başkalarını ve çevresini farklı bakış açılarından gözlemlemek için eşi benzeri olmayan bir imkandır.

Örneğin; Janosch’un yazdığı Ah ne güzel Panama (1978) kitabındaki ayı ve kaplan; Panama’yı keşfetme niyetiyle yola çıkıp kendi evlerine varsalar bile, uzak bir yerde oldukları inancı bu eski evi farklı şekilde değerlendirmelerine sebep olurdu. Panama hayaller şehrini temsil ettiğinden dolayı tamamen aynı kalan evleri, gözlerinde arzu ettikleri kıymetli Panama gibi güzel bir yere dönüşmüştür. Hikayedeki beklenmedik gelişmelerin olduğu noktalarda karakterlerin bakış açılarını değiştirme olasılığı, okurun başkalarının durumunu tespit etme ve anlama yeteneği olan empatisini besler. Bütün yolculuk edebiyatını ortak noktası da işte bu eğitici değerdir. Nihayetinde bu eserleri okuduğumuzda düşünmeye başlarız. Okumak, okura ana karakterin ve hikâyenin kalbine doğru bir yolculuk yapma imkânı tanır. Bu sayede insan ruhunun gizli ve keşfedilmemiş tarafları okura açılır. Ana karakterin destansı karakteri paylaşılınca, en genç ve en deneyimsiz okurlar bile kişiden kişiye farklı olan sevinçleri, memnuniyetleri, zevkleri, tutkuları, zaferleri, acıları, işkenceleri, korkuları, zorlukları, kayıpları ve duygusal bağları keşfeder. Bu da hikayeleri vazgeçilemez bir eğitici deneyim haline getiren şeydir.

Bir yandan bu kısa bakış bize çocuk edebiyatında birçok macerada; gezinmenin modern ve bitmek tükenmek bilmeyen metaforik gücünü onaylama, genç insanların bağımsızlık elde etmek için yola çıkmanın önemini vurgulayan eğitici yaklaşımın potansiyelini kavrama ve yolculuğun sembolik değerini keşfetme imkânı tanımıştır. Öte yandan da bu hikayelerin analizi modern çocuk edebiyatı eserlerinde de yaygın olarak bulunan antropolojik ve kültürel bir stereotipin varlığını göstermiştir.

Çok uygunsuz bir kültürel miras olan bu stereotipler, İtalyan çocuk edebiyatı ve İskandinav çocuk edebiyatının iç karartıcı kıyaslamasında daha da belli olmaktadır. Şüphesiz ki hikayelerde maceracı bir karakter varsa çoğunlukla erkektir. Çocuk kitaplarında, küçük ya da büyük dünyayı keşfetmek için yolculuğa çıkan gezginler arasında kendi yetenekleri ve becerileri konusunda yeniden güven kazanan karakterler genellikle erkektir. Resimli kitaplarda, yolculuğa çıkan güçlü ve aktif kızlar çok nadirdir. Zarif, tatlı, itaatkâr ve sosyal düzeni kabul etmeye yatkın olarak betimlenen kızlar sıklıkla simgesel olarak ev ya da benzeri bölgelere (bahçe, tarla, teras vb.) bağlı kalırlar. Görünüşe göre feminen evrenlerde, isyan, militan müdahale, hak çalma, özerklik ve özgürlük arzusu gibi özellikler bulunmamaktadır. Enerjik, azimli ve baş kaldırıcı kişiliklere sahip kızlar üzerine odaklanan yazarlar da vardır. Buna örnek olarak Bianca Pitzorno, Donatella Ziliotto, Angela Nanetti, Giusi Quarenghi gibi yazarlar ya da çizgi roman çizeri Grazia Nidasio tarafından betimlenen kadın kahramanları aklınıza getirin.

Ancak tek tük yayım etkinlikleri (örneğin; Adela Turin’in “On the side of the girls” serisi) dışında resimli kitapların; çoğunlukla peri masalı ve fantezi boyunlarında sınırlandırılmış ana karakterlerinin çok azı kültürel kalıplardan kurtulabilmektedir. Örnek olarak; yazar Chiara Carrer’in orijinal uyarlaması Mavi Sakal (2007), The real Princess and the Pea (2008) kitabının Octavia Manoca tarafından yapılan serbest yeniden yazımı ve Arianna Papini’nin yazdığı ilginç When the wolf tasted the child (2013) gibi sembolik ve yenilikçi eserler düşünülebilir.

Bu kısa kapanış düşüncelerimiz, çocuk edebiyatındaki önyargılar, kültürel miraslar ve kadın modelleri arasındaki karmaşık ilişkiye hafifçe değinmektedir. Bunların yeni fikir ve düşünce akışı tetiklemesinin yanı sıra yakın gelecekte The Colors of the Sacred sergisinde tematik bir gelişime ilham vermesini umuyoruz.

Bu bizim için gerçekten harika bir yolculuk olur!

İngilizceden Türkçeye Çeviren: Burak Özkaracahisar

Çeviri Editörü: Asalet Erten

Kaynak Metin: (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/25887698/Travelling_children_in_children_s_literature_Shapes_and_figures_in_illustrated_books, 18.10.2023

  1. Eserde Armin Grader yazıyor ama yazarın ismi aslında Armin Greder

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top