Alice ve Bilinç Yolculuğu

Filippo Kulberg Taub ve Letizia Leo

Alice Harikalar Diyarında, matematikçi ve mantık oyunları yaratıcısı Charles Lutwige Dodgson’ın, Lewis Carroll (Latinceye çevirip ardından İngilizceye uyarladığı Lodovicus Carolus adından türetilmiştir) mahlasıyla yazdığı başyapıtıdır. 1865 yılında yayımlanan kitapta (özgün adı: Alice’s Adventures in Wonderland) anlatıcı, kolayca tahmin edilebileceği üzere Christ Church dekanı ve Liddell-Scott adlı Yunanca-İngilizce sözlüğün ortak yazarı Henry George Liddell’in on bir yaşındaki kızı Alice Liddell (1852 – 1934) olduğu varsayılan, Alice adlı bir kız çocuğudur. Eser yayımlandığı dönemde kayda değer bir başarı elde etmiş ancak bu başarı yazar hakkında pek çok dedikodunun da ortaya atılmasına neden olmuştur; yazar, aralarında Alice’in de bulunduğu pek çok küçük kızla arkadaşlık kurması nedeniyle pedofil olmakla suçlanmıştır.

Karoline Leach’in yazdığı In the Shadow of the Dreamchild: The Myth and Reality of Lewis Carroll adlı biyografi kitabı bu konu hakkında aydınlatıcı bilgiler sunar. Kitapta, Carroll’un cinsel eğilimlerinin gayet olağan olduğu ve küçük kızlardan hoşlandığı yönündeki suçlamaların aşağılık iftiralardan başka bir şey olmadığı belirtilir.

“Kızlara karşı samimi ve doğal bir sevgi besliyordu; ideal bir ağabeydi[1]. Victoria Devri’nde küçük kızları çok sevmek, saflığı sevmek gibiydi[2]. Tennyson ve Rossetti gibi şairler gençliğe şiirler yazmışlardı. Saflığın özünde çıplaklık vardı; cennete ait güzellik cinsellikle bağdaşmazdı. Dodgson yetenekli, öncü ve çığır açıcı bir fotoğrafçıydı. Öyle ki çektiği çocuk fotoğraflarının bazen ciddi derecede erotik olduğu doğrudur. Bizim gözümüzde ahlak dışı olan, çocukluğa ve erken dönem cinselliğine ilişkin bu üretimleri, Victoria Devri sanatçısı olmak anlamına geliyordu. En tanınmış çağdaşlarının portfolyoları da […] benzer fotoğraflarla doludur.[3] Victoria Devri’nde evlilik yaşının on dört olduğunu da hatırlatmak gerekir. On dört yaşında evlenilmesi, bizim şu anki cinsellik ve kadına bakışımızla karşılaştırıldığında tamamen farklı bir dünya görüşünü temsil etmektedir. Bu da pek çok ayrıntıyı anlamlandırmaya yardımcı olabilir.[4]

Leach, aynı zamanda papazlık yapan Carroll’un küçük kızlara olan sözde tutkusunun ve 30’lu yıllarda kendisine yöneltilen acımasız suçlamaların yazarın biyografisini kaleme alan ikinci kişi Langford Reed’ten kaynaklandığını belirtir. Reed söz konusu biyografiyi herhangi bir akademik kaygıdan bağımsız ve yazılanların gerçekliğini teyit etmeden kaleme almıştır[5]; Reed’e göre Alice’in elfleri andıran ve manevi nitelikleri “genç profesörün yüreğinde hoş ve hassas bir noktaya dokundukları” için küçük kızla tanışması profesörü değiştirmişti[6]. Biyografi yazarı her şeyi sıfırdan kurgulayarak, Carroll’u sıradışı biri, iki kişilikli bir adam, dışlanmış bir çömez, aseksüel ve küçük kız düşkünü biri olarak tasvir ederek yazarın adını lekelemişti.

Reed’in yazdığı biyografinin yayımlanması üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra 1952 baskılı The White Knight’ın yazarı Alex Taylor, matematikçi Profesör Humbert-Lewis’i, Alice’i Lolita’sı yapmak ve karşı koyamadığı fiziksel bir çekim hissettiği çocuk ilham perisi yapmakla açık açık suçlar. Yazar Leach, Dodgson’un arşivinde Carroll’un 1863 yılına ait günlüğünün kayıp üç sayfasını içeren bazı dosyalar bulmasaydı bu efsane sonsuza kadar sürecekti. Bu sayfalarda papaz Carroll, Liddell ailesiyle arasının bozulmasına yol açan nedenleri yazmıştı; bu sayfalar bulunmadan önce matematikçinin, Alice’in babasına kızıyla evlenmeyi istediğini bildirmesinden sonra aralarının açıldığı yönünde genel bir toplumsal kanı hâkimdi. Oysa bu sayfalarda Carroll, Alice adını anmıyor, onun yerine Ina’yla olan (Ina ya hikâyedeki küçük kahramanın ablasıydı ya da daha uygunu, Ina diye anılan Lorina adlı annesiydi) ilişkisine dair ortaya atılabilecek dedikodulardan kaçınmak için aileden uzaklaşmak istediğini belirtiyordu. Lewis aynı zamanda bir papaz olduğu için bu durum Victoria Devri ahlak yapısının kesinlikle münasip bulmayacağı bir ilişki olurdu.

Leach, bu konuda suçu, hayatı boyunca pek çok gönül ilişkisi yaşayan amcasının aşk hayatı üzerine çeşitli iddialar ortaya atan matematikçinin yeğeni Stuart Collingwood’a atar. Leach, hikâyenin bütün boşluklarını, tutarsızlıklarını, hatalarını ve açmazlarını göstererek yirminci yüzyıldaki eleştirileri sabırla ve tutkuyla incelemeseydi Carroll’un gizli bir pedofil olduğu söylentisi sonsuza kadar devam edecekti.

Kitap, sadece tarihsel revizyonizm ve tarihi edebiyatın en önemli temsilcilerinden birinin yadigârı değil, aynı zamanda fantastik bir polisiyedir. Carroll boş bir yerde ve insani bir ihtiyaçtan doğdu, ardından akıl sağlığını yitirmemiş ama deneyimsel dünyalarının pek kısıtlı bir alanında akıldışı bir tutum sergileyen insanlara teslim edildi ve onlar tarafından büyütüldü. Harikalar Diyarı’nda gülleri olması gereken renge boyayan, kendilerini işlerine verip yaptıkları çılgınlığın farkına varmayan bahçıvanların uzak kuzenleri gibi. Carroll da, mutfak tezgâhı yapmak için yağmur ormanlarını yok etmenin akla uygun olduğunu düşünenlere benzeyen insanlarca yaratılmıştı. Carroll’un öyküsü bize, kendi –sözde- kolektif bilgeliğimize dikkat etmemizi söylüyor[7].

Kitap, çocuklara yönelik bir anlatı sunmasına rağmen metin matematikçiler başta olmak üzere yetişkinlerin de beğenisini kazanmıştır. Carroll ilk olarak metnin daha rahat anlaşılmasını sağlayacak siyah beyaz çizimleri yapması için çizer John Tenneil’i görevlendirmişti; bu nedenle ayrıntılar üzerinde epey durdular.

Bütün karakterlerin sürekli olarak hareket halinde tasvir edilmeleri dikkat çekicidir: Nihayetinde okuyucular, en azından zihinlerinde, hayali kahramanlarla birlikte yolculuk etmektedirler. Dahası pek az çocuk bu eseri gerçekten okumuştur; ancak Walt Disney’in çizgifilm uyarlamasını ya da Tim Burton’un sinema filmini kesinlikle biliyorlardır. Bu kitap aynı zamanda, gerçekçilik ve fantezinin, mantık ve paradoksun ustaca pastiş edildiği bu kurguyu, sözcük oyunlarını ve mantığı, toplumun dayattığı katı kurallar hakkındaki saçmalıkları ve hicvi takdir etmek için kendi içinde pek de doğrusal olmayan öyküsünün ötesine geçebilecek yetişkinlere de yöneliktir.

  1. Hayal Gücünün Meyvesi Olarak Yolculuk

Elbette, kendisini çevreleyen gerçekliği gözlemlerken masumiyet ve şaşkınlıkla birlikte hayal gücünün de fevkalade bir çocukluk yeteneği olduğu bilinmektedir. Sosyo-kültürel bağlam ve dahası yazarın hayatı incelenmeden bu metnin eleştirel bir incelemesini yapmak mümkün değildir; yazar, önceden de belirttiğimiz üzere 1800’lerin ortasında, konformist İngilizlerin önyargılarından kaçınmak için romantik ilişkilerini belli etmemek zorunda kalmıştır.

Sadece çocuklar değil, insan genel olarak hayal gücü üzerinden gerçeklikten kaçma arzusuna kapılır. Düş dünyası, gündelik hayattan kaçma arzusundan doğar ve küçük çocuklar hemen hemen her gün bu düşü görürler ve bu durum bir yetişkinin gelip onları mantık kurallarıyla ya da çoğu zaman olduğu üzere çocuğun hayal gücüne karşı inanmazlık takınarak onları gerçekliğe geri döndürmesine kadar sürer.

Bunlar Alice Harikalar Diyarında’nın devam kitabı olan “Aynanın İçinden ve Alice’in Orada Gördükleri”nin[8] doğuşuna yol açan temaların aynısıdır. Söz konusu öykü, küçük kızın tuhaf dünyaya yaptığı son yolculuğun üzerinden altı ay geçtikten sonra, aynaya bakarken arkasında ne olduğunu merak etmesiyle başlar. Soruyu sorduktan sonra yanıta giden aşama kısa sürer: Alice, içinde olağan maceralarını yaşayacağı aynanın içine çekilir. Gerçekten de konuşan çiçeklerle, alışılmadık hayvanlarla ve doğrudan satranç tahtasından fırlayan karakterlerle yeniden karşılaşır.

İlk kitaptaki pek çok karakter kart destelerinden fırlamıştır (hain Kraliçe’nin askerleri gibi), ikinci kitaptaysa Carroll, sadece görüntüsü aynaya yansıdığında şiirini okuyabilen Şah gibi satranç taşlarından ilham alır.

Bu eserde de kusursuz “Carroll vari” tarzda yine aynı absürtlükler ve tekerlemeler tekrarlanır ve her şeyin olabileceği hayal gücünün düşsel dünyasına dalsın diye okuyucuya uygun görseller sunulur.

Alice’te, yetişkin dünyasının ikiyüzlülüğünü ve eğitimsel küstahlığını ortaya çıkaran ilk küçük kahramanı fark edebiliriz. Yolculuk temasının çocukluk bilgisi ve eğitimiyle ilişkilendirilmesi tesadüf değildir. Bütün yolculuklarda olduğu üzere tanımak, başkalarıyla ve çevredeki gerçeklikle ilişki kurmanın bir mecazıdır ama aynı zamanda da boğucu ve klostrofobik bir atmosfere sahip gerçeklikten kaçıştır.

Bu nedenle Alice’in yolculuğu iki zamana bölünebilir; birincisinde ablası kendisine bir öykü kitabı okurken Alice ağacın gölgesinde uyuyakalır; burada uykuya dalmaktan kasıt, burjuva toplumunun katı kurallarının hüküm sürdüğü, sıkıcı ve baskıcı bir gerçeklikten kaçmanın mecazıdır.

İkinci zaman ise, farkındalık ve entelektüel gelişim anıdır ve küçük kızın uyanıp gerçek dünyaya dönmesiyle betimlenir; yaşadığı deneyimler sadece bir rüya olsa da onun iç dünyasını zenginleştirir, benliğinin farkına varır ve içinde bulunduğu toplumun dayattığı geleneklerle yüzleşmek, onlara kendi seçimlerini kabul ettirmek için cesaret ve güç bulur (Burton’un filmindeyse Alice uyandığında, ekonomik rahatlığını ve toplumsal kabulünü güvenceye almak için annesinin kendisine evlenmeyi dayattığı kötü ve hantal oğlanla evlenmeyi reddeder).

Alice’in macerası, doğal kaygının bir temsili olan beyaz tavşanın ve dolayısıyla da, mükemmel çocuksu içgüdülerle yeni deneyimler öğrenme ve yaşama arzusunun peşinden gitmesiyle başlar.

Tam olarak da bu merak nedeniyle Alice karşısına çıkan her şeyi yiyip içer ve toplumun kendisine dayatmak istediği riyakâr ve ahlakçı kuralların ötesinde kendi kimliğini bulma yolculuğuna çıkar; yolculuk boyunca karşılaştığı her karakter aslında kendisinin bir yönünün, küçük kızın tanımak istediği egosunu temsil eden Tırtıl gibi, çeşitli parçalarının yansımasıdır.

Bu harika hayvan, mavi tırtıl, Alice’in kişiliğinin en bilge ve düşünceli kısmını temsil eder ve işte tam olarak bu tırtılla, öyküyü biçimlendiren ve metnin tamamını anlamanın anahtarı olan aydınlatıcı bir diyaloğa girer:

“Sen de kimsin?” diye sordu Tırtıl. Pek de umut verici bir girizgâh değildi. Çekingen Alice yanıt verdi: “Şu anda tam olarak bilemiyorum, daha doğrusu, bu sabah kalktığımda kim olduğumu biliyordum ama o zamandan beri birkaç kez değiştiğimi düşünüyorum.”

Farkındalıktan kasıt sadece fiziksel değil, özellikle de entelektüel büyüme temasına bağlıdır. Öykü boyunca Alice vücut büyüklüğünü kontrol etmeyi öğrenir, Tırtıl’ın dersiyle bireyin başkalaşımını ve kendi doğasını nasıl kabul edeceğini öğrenir ve uzayıp kısalması ondaki değişimin yalnızca başlangıcıdır. Bütün karakterler Alice’e olayları analiz etmeyi ve kendisininkinden farklı bakış açılarını görmeyi defalarca öğretirler ancak Alice bütün bu öğretileri gerçek dünyaya dönüp yaşadığı deneyimlere tarafsız bir göz ve farkındalığının gelişmesiyle baktığında anlayacaktır.

Diğer bir ana karakter Çılgın Şapkacı’dır; bu karakter Alice’in çılgın yanının, arzularını gerçekleştirme peşinde koşan tarafının yansımasıdır; yaşamanın tatlılığını, kontrolün ve engellemelerin ortadan kalkmasını ve özellikle de burjuva geleneklerinin ve riyakârlıklarının reddedilmesini temsil eder (Burton’un filmindeyse Alice ile Şapkacı’nın, aşklarının imkânsızlığını bilmelerine rağmen yine de birbirlerine âşık olmaları tesadüf değildir). Yine kilit karakterlerden Cheshire Kedisi’nin Alice’in yavru kedisinin şekil değiştirmiş hali olduğunu görmek zor değildir; küçük kız tavsiyeye ya da teselliye ihtiyaç duyduğunda yahut Harikalar Diyarı’ndaki “herkesin deli” olduğunu ona hatırlamak için, hemen ortaya çıkıverir. Son olarak Kupa Kraliçesi, Alice’in “kayınvalidesi”nin yani Alice’in evlenmesi gereken çocuğun annesinin yansımasıdır. Kuşkusuz, tüm masallarda yinelenen kötü karakter olmanın yanı sıra aynı zamanda burjuva sınıfının işe yaramaz geleneklerini temsil eder ve bu anlatıda da Harikalar Diyarı’nın bütün sakinlerini, kendisiyle çatışmaları ya da saçma taleplerini karşılamamaları halinde kafalarını kesmekle tehdit ederek korkutur.

Tebaası içinde Kraliçe’nin nazını çekmeyen ve ona itaat etmeyi reddeden tek kişi Alice’tir; bu nedenle çizgi filmde mahkemeye çıkarılacak ve Burton’ın filmindeyse kararlaştırılan düğününün yapılması engellenecektir. Sonuç olarak Alice, tam da uyandığı zaman başkalarıyla nasıl ilişki kurması gerektiğini anlar; çünkü o zamana kadarki davranışları okulda ve aile içinde öğrendiklerinin yönlendirmesindendir. Ancak bu sayede, kendisine zamanın, belleğin ve kişisel kimliğinin değerini ve aynı zamanda insanın kırılganlığını öğreten absürt ve fantastik bir rüya aracılığıyla daha özgür ve bilinçli bir hale gelir.

Carroll’un ister çocuk ister yetişkin olsun tüm okurlarına iletmek istediği mesaj, Pascoli’nin “küçük çocuğun şiiri” diye tanımladığı dizelerde yer alır; yetişkinler de çocukluğun üç tipik özelliğini barındırmalılardır: Özgürlük, düş ve çılgınlık.

  1. Sinema ve Televizyon İmgelerinde Alice

Alice’in ilk sinema uyarlamasının çıkışının üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, onun alışılmışın dışında semboller ve rahatsız edici özelliklerle dolu karakteri dünyanın her yerinden yönetmenleri bu “masalı” dönüştürmeye ve şekillendirmesi pek kolay olmayan fakat bir o kadar da ilgi çekici bu eseri bozup yeniden oluşturmaya itmiştir. Alice’in sayısız versiyonuna (en az on sekiz) hayat vermişler ve onların bu yaklaşımı günümüz eleştirilerine göre tersten görülen yolculuk fikri üzerinden karakteri ve onun “büyümesini” dikkatle incelememize olanak sağlarken, Carroll’un kahramanına ve kitaplarında yer verdiği karakterlerine yeni bir anlam katmıştır.

Nüfuzlu İngiliz sinemacı Cecil M. Hepworth’un (1873 – 1953) yapımcılığını üstlenip yönettiği 1903 yılındaki ilk siyah beyaz ve elbette sessiz uyarlamasını bir yere koymak gerekir; Hepworth İngiltere’deki bütün çocuklara düş kurduracak basit ve ham özel efektlerle tasarlanmış bir kısa film yapmaya karar verdi. Yönetmen, başka işlerle ilgilenmesinin yanı sıra filmde başkarakter olarak da yapım sekreterini (o zamanlar on dört yaşında olan May Clark) oynattı ve kurbağa rolünü de kendisi canlandırdı. Uzun bir süre boyunca (1910’dan 2010’a kadar) pek çok uluslararası yapım şirketi kendi bakış açısını ve karakterin onlarda oluşturduğu doğru (?) çağrışımı aktarmaya kalkışarak Alice’in öyküsünü yeniden yazmaya çalışmıştır.

En başarılı film ve televizyon uyarlamalarından bahsederken, bugün hâlâ Screen Directors Guild’in (Amerika Yönetmenler Birliği) başkanı olarak anılan Amerikalı yönetmen Bud Pollard’ın (1886 – 1952) 1931 yılında, Alice’in ilk sesli uyarlaması olan ve yirmi bir yaşındaki Ruth Gilbert’in (1912 – 1993) “küçük” Alice rolünü üstlendiği filmine değinmeden geçemeyiz. Film, özenli reklamlarına rağmen gişede fiyaskoya uğramıştı.

Bu uyarlamadan iki yıl sonra gelen, Paramount Pictures’in yapımcılığını üstlendiği, Norman Zenos McLeodv’un (1898 – 1964) yönettiği ve W.C. Fields (1880-1946), Edna Mary Oliver (1883-1942), Cary Grant (1904-1986), Gary Cooper (1901-1961) gibi Paramount’un pek çok başrol oyuncusunu bir araya getiren film ise diğerlerine göre daha şanslıydı. Yapımcı ve yönetmen Joseph L. Mankiewicz’in (1909 – 1993) (3 Kadına Bir Mektup, 1949; Perde Açılıyor, 1950; Kleopatra, 1963 filmlerinin yönetmeni) senaryosunu ustaca kurguladığı ve yapısal olarak Carroll’un iki kitabına da sadık kalan bu film üzerinden zaman geçse de güncelliğini korumakta ve sinema eleştirmenlerinin gözünde hâlâ en iyi uyarlamalardan biri olarak görülmektedir.

1951 yılında Walt Disney (1901 – 1966), Alice’in yolculuğunu iki kitabı harmanlayarak sahneye aktarmaya karar verdi ancak bunun sonucunda eleştirmenlerin felaket olarak niteleyecekleri bir iş ortaya çıktı; gerçekten de Disney izleyicisinin beklentilerini bir bakıma karşılamayan “bölümler” sunarken anlatının aslına uygun ilerlemesi için gerekli temel ayrıntıları atlamıştı. Geleneğe uygun olması açısından uzun metrajlı bir çizgi film olarak üretildiğinden karakterler yer yer tuhaf ve pek tatmin edici olmayan çağrışımlara neden olabiliyorlardı; Alice meraklıdır, duyarsızdır, bazen sevimsizdir ve zekâ yaşı olarak pek geridir, hatta saftır. Çizgi filmde özgün eserdeki absürtlükler kaybolduğu için Carroll’un vermek istediği mesaj da kaybolur (özellikle de Roberto De Leonardis’in CDC[9] için düzenlediği İtalyanca versiyonunda), öyle ki Walt Disney kitabın özgün dilinde çalışıp mesajları aktarmak için bir hayli çaba sarfetse de da başarılı olamaz.

William Sterling’in 1972 yılında düzenlediği ve BAFTA Film ödüllerinde en iyi film ile en iyi kostüm dalında ödül kazanmasının yanı sıra pek çok övgü ve ödül alan İngiliz uyarlamasını da unutmamak gerekir.

Harry Harris’in (1922 – 2009) yönettiği, Shelley Winters’ın (1920-2006), Sammy Davis Jr.’ın (1925-1990) ve her zamanki gibi binbir surat Carol Channing’in muhteşem oyunculukları ile kendi yorumlarını kattıkları 1985 yapımı televizyon filmi de oldukça ilgi çekicidir ve çekim tekniği iyidir.

Alice’in bilince doğru yolculuğu bitmez; 1988 yılında sürrealist Çek yönetmen Jan Svankmajer (1934), özgürlük hakkındaki ilk uzun metrajlı filmini (Alice: Neco z Alenky) çeker… Bu film, yönetmenin Sinematografi yöntemlerinde kullandığı bütün “sürekli kullandığı öğelerin” ve belirleyici etkenlerinin tamamını içerir. Alice karakteri yeni bir hünerle yaratılan ve canlandırılan hayali varlıklarla çevrilidir. Bu kendine özgü uyarlamada Tavşan, Fare ve Tırtıl arketipleri yeni, neredeyse korkunç bir canlılıkla donatılmışlardır.

Tırtıl, “takma dişlerini takırdatan bir çorap” olmuştur; beyaz zombi Tavşan’ın midesinden durmaksızın talaş dökülür; yolculuğun süresi, Alice’in rüyasıyla ve filmin süresiyle doğru orantılıdır (uzundur ama üslup kaybına uğramayacak kadar yoğundur). Film pek çok komik olay, serüven ve özellikle de anlamsal dönüşler ile doludur; küçük kız, öfkeli canavarlar peşine düştüğünde porselen bir bebeğe dönüşür.

Carroll’ün absürtlüğü bu uyarlamaya çok yönlü bir Alice katar; bir çocukken Kraliçe’ye dönüşür, her şeyi yapabilir, her şey olabilir, kendisini kısıtlayan topluma yönelik hakareti içeren kesin bir semboldür. Arada sırada çekmeceyi zorlayan küçük Alice, yeni olaylardan ve ahlak değerlerinden oluşan, yeni deneyimler ve bilgiler edindiği (mürekkep bile içer) yeni bir gerçeklikle karşılaşır, ta ki “elinde defter, final sınavına girene kadar”[10].

Alice masalının “normal” bir uyarlamasını çevirme girişimi Nick Willing’in (1961) 1999 yılında çektiği televizyon filmiyle olur; oyuncular yine Miranda Richardson, Woophi Goldberg (cadı rolünde), Gene Wilder, Sir Peter Ustinov (1921-2004) gibi yıldız aktörlerden oluşmaktadır ve film, eleştirmenler tarafından beğeniyle karşılanır. İngiliz yönetmen bu filmden tam on yıl sonra, 2009’da Kathy Bates’in Kupa Kraliçesi’ni canlandırdığı “Alice” adlı iki bölümlük mini bir diziyle aynı konuyu tekrar işleyecektir; yönetmen, yine Carroll’un kitaplarına sadık kalmaya çalışır ancak bu defa daha modern bir yorum katar.

Küçük kızın mekânsal ve öncülerine ait değişim teması son olarak Amerikalı gotik yönetmen Tim Burton tarafından teste tabii tutulur (Alice in Wonderland, 2010); Burton, yeni türden film yönetmenliği ve film çekimi biçimleri denedikten (örneğin bakınız 1982 yapımı, Vincent Price’a ithaf ettiği ilk kısa filmi “Vincent”) ya da Edward Makas Eller’in “karanlık” öyküsünü (Edward Scissorhands, 1990) ele aldıktan sonra parlak bir kariyer elde etmiş ve ardından Alice evrenine katkı sağlamaya karar vermiştir.

Dijital tekniklere daha fazla yer verilmeye başlanmasıyla Burton, dipsiz bir kuyuya dosdoğru dalar: Alice’in önceki uyarlamalarda yeterince açıklanmayan ya da incelenmeyen kişiliğinin ve büyüme yolculuğunun çeşitli yönlerini gün ışığına çıkarmak için öyküye kaldığı yerden devam etme girişimi iyi bir anlatım aracı olabilecekken seyirci, 3D efektlere fazlasıyla kapılınca senaryoya yoğunlaşamaz.

“Onun” kahramanı kuşkusuz diğerlerinden farklıdır; rahatsız edici bir tarafı vardır. Örneğin “büyüyen” Alice’in yolculuğu, zamanda geriye doğru yolculuk etmek olarak yorumlanabilir. Küçük kızın aynı hataları yinelediği ancak bunları, Burton’ın fetiş-karakterlerine has özelliklerle ortaya koyan daha kayıtsız bir tavırla yaptığı fark edilmektedir; bu da sinizmdir.

Genç Mia Wasikowska’nın hayat verdiği Alice bir mermer kadar duygusuz, güzel ve erişilmezdir. Neredeyse canlılar dünyasına ait değil gibidir.

Zamanda geriye gitmesinin, feministlerin dünyayı değiştirme ihtiyacını temsil ettiği açıktır; bütün bunlar senaryoyu, arka planda, yitip giden ve değişimin ilk ateşini fark eden aristokrat bir toplumu oluşturur. Kadınların sesi şekil kazanacak ve son derece erkek egemen ve kapitalist bir toplumda sesleri gür çıkacaktır. Bu, Alice’in belleğine bir yolculuktur; Harikalar Diyarı’na geri döndüğünde, diğer uyarlamalarda eksikliği hissedilen bir farkındalık geliştiren genç kız bu diyarı değişmiş bulur ve değişim havasını kendi içinde de fark eder. Mekân, çocukluğundan hatırladığı mekân değildir; artık her şey ve her yer kasvetli ve ıssızdır; hatta “arkadaşları” bile onu ilk başta tanımazlar.

Burton’un filminde konuya bir de genç kız ile Çılgın Şapkacı (bu karaktere usta oyuncu Johnny Depp hayat vermiştir) arasındaki “aşk” eklenmiştir; çünkü aralarında “belki de” zamanla kaybolacak bir aşk doğar. Kız, dünyayı değiştirmek için (örneğin aile şirketinde çalışmaya başlamak 1800’lerdeki bir kadın için pek öncü bir harekettir!), hayatını kendi eline almak için gerçekliğe dönmeye karar verir ve bunu gerçekleştirebilmek için son bir sınav vermesi gerektiğini bilir (bu da yine Burton’ın sinematografik olarak eklemeyi pek istediği bir noktadır); ejderhayla savaşması gerekmektedir.

Bir arketip olan ejderhanın konuya yerleştirilmesi de yönetmenin Uyuyan Güzel’e (The Sleeping Beauty, Walt Disney, 1959) ve Ejderha’nın savaşılacak kötülüğü temsil ettiği Ortaçağdaki tüm şövalyelik şiirlerine bir saygı duruşudur. Rollerin tersine dönmesiyle kılıcı tutan, erkeklik eden, içgüdüsel ve son derece acımasız, gerçek ve tam bir “savaş makinesi” haline gelerek gerçekliğin karanlık tarafında vücut bulan artık Alice’tir.

Ejderha kılığının, Alice’in yolculuğuna devam edebilmesi için aşması gereken engeli, karanlık kötülüğü temsil ettiği su götürmezdir; belki de sonu olmayan bu tersine gidişte Alice gururlu ve kararlı bir şekilde kendini zamanın ve mekânın dışına konumlandırır.

Masadaki kartları değiştirmeye ve fikirlerini takip etmek için hayatını riske atmaya hazır, bir tür Jeanne d’Arc.

Peki bu, gerçekten de yolculuğun sonu mudur?

İtalyancadan Türkçeye Çeviren: S. İpek Ortaer Montanari

Çeviri Editörü: Fatih İkiz

Kaynak Metin: (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/8869607/Alice_e_il_viaggio_nella_coscienza, 28.12.2023

  1. K. Leach, In the Shadow of the Dreamchild: The Myth and Reality of Lewis Carroll, Peter Owen Books, Londra 1999, s.28.
  2. Ibid s.163.
  3. Ibid s.170.
  4. Ibid s.273-274.
  5. L. Reed, The Life of Lewis Carroll, W.&G. Foyle, Londra 1932.
  6. Beşinci dipnotta belirtilen kitap s.83.
  7. K. Leach, a.g.e., s. 147.
  8. Through the Looking Glass and What Alice Found There (1871).
  9. CDC (Cooperativa Doppiatori Cinematografici) – İtalyan Film Dublaj Topluluğu (ç.n.).
  10. Bkz. P. STRICK, Neco z Alenky, «Monthly Film Bulletin», no: 658, Kasım 1988, s. 38

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top