Büyük bir acele içerisinde valiz hazırlaman gerekse içine neler koyardın hiç düşündün mü?
Bir çoğumuz için tatile giderken valiz hazırlamak eğlenceli bir şeydir.
Ama bir zamanlar bu dört çocuk için valiz hazırlamak yapılacak en zor şeylerden biriydi.
Bu dört çocuğa da valizlerine neler koymaları gerektiği söylenmişti. Liste çok basitti: İç çamaşırlar, pijama, çorap, diş fırçası, tarak, havlu ve sıcak tutacak bir mont ya da ceket… Bu, işin kolay kısmıydı.
Peki ya en çok ihtiyaç duydukları, hatıraları ve umutları ne olacaktı?
Başlarına neler geleceklerini, nereye gideceklerini ya da ne tür tehlikelerle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Bazen bombalar, bazen savaşlar, nefret ve daha bir sürü korkunç şeyler bu çocukları ülkelerinden ayrılmaya mecbur bırakıyordu. Kimi zaman, bazı çocuklar güvende kalabilmeleri için farklı şehirlere ve hatta farklı ülkelere gönderiliyorlardı. Bazılarının boyunlarında asılı numaraları oluyordu. Trenle ya da tekneyle yapacakları bu uzun yolculukta yanlarında kese kağıdının içinde azıcık ekmek ya da bir tane elmaları oluyordu.
Belki gözlerinde yaşlarla kalabalık, sisli tren istasyonlarında el sallıyorlardı. Belki de uzun uzun yürüyor, ya da yeraltı sığınığında kıvrılarak yatıyorlardı.
Her biri küçük valizlerine sıkıca tutunuyordu…
Helga sekiz yaşındaydı.
“Seni daha güvenli bir yere gönderiyoruz. Almanya artık senin gibi küçük bir kız çocuğu için güvenli değil. Ama çok yakında biz de geleceğiz.”
1938 yılının Kasım ayında soğuk bir kış günü Helga Weingarten annesine sarıldı ve küçük valizini hazırladı. Helga İngiltere’ye Kindertransport’a gidiyordu. Daha önce hiç duymadığı bu topraklara gitmek için önce uzun bir tren yolculuğu ve sonra da büyük bir gemide yolculuk yapması gerekiyordu.
“Oyuncak bebeğimi de alabilir miyim?”
Helga yavaş yavaş valizini hazırlıyordu. İki tane oyuncak bebeği vardı ama sadece mavi bez bebeği Mimi, valizin içine sıkıştırılabilecek kadar yumuşaktı.
İçinde annesi, babası ve büyükannesinin olduğu bir fotoğrafı aldı eline. Henüz küçüktü o fotoğrafta, annesinin kucağında oturuyordu. Annesinin ördüğü mavi kazağı ve Mimi’nin yanında o fotoğrafı da koydu valize.
Ama Helga daha özel bir şey istiyordu. Annesi boynundan kolyesini çıkardı ve öptü. “Bu büyükannenin gümüş zinciri. Buna bakınca ikimizi de hatırlarsın.”
Annesinin gözyaşları Helga’nın kafasını karıştırdı. Sonuçta o da yakında gelmeyecek miydi?
Tren istasyonu ağzına kadar doluydu: Boyunlarında numaralarla bir sürü çocuk valizlerini sıkıca kavramıştı. Çok gürültülü ve sisliydi. Bir sürü insan vardı.
Helga buğulu tren camından dışarıya baktı. El sallayan annesini gördü sandı ama emin olamıyordu; el sallayan çok fazla anne vardı. Bir sürü solgun yüzler ve sallanan eller…
“Şimdiden özlüyorum seni, lütfen, lütfen çabuk gel…” Tren yavaş yavaş hareket ederken ve hızlanıp istasyonu geride bırakırken Helga buzlanmış cama doğru bakıp bu sözleri fısıldıyordu.
Ne yazık ki, Helga annesini bir daha hiç göremedi. Yeni ülkesinde İngilizce öğrendi ve okula gitti. Daha sonra da nazik ve şefkatli bir aileyle yaşamaya başladı ama küçük valizini ve hatıralarını hiçbir zaman arkasında bırakmadı.
Bir gün annesi onu sıkıca tutup “Londra gittikçe daha tehlikeli bir hâle geliyor. Artık neredeyse her gece bomba düşüyor,” dediğinde Jack henüz dokuz yaşındaydı.
Jack bunları biliyordu çünkü 1940 yılındaydılar ve yaşadığı şehir Londra’ya bombalar yağıyordu. Annesi ve kız kardeşi Enid çoğu geceyi yeraltı sığınaklarında geçiriyorlardı.
Annesi ona sessizce “Tehlikeli olmadığı için çocuklar kırsal kesimlere gidebilir. Yalnızca kısa bir süreliğine Jack, bombalar durana kadar. Sonra geri dönebilirsin,” dediğinde Jack hiç şaşırmadı.
Jack kafasını aşağı yukarı salladı: bunları okulda öğrenmişti.
“Kırsal kesimde tehlikeden uzaklaşmış olacaksın.”
Annesi gülümsedi ve elini tuttu, hatta o kadar sıktı ki Jack’in eli acıdı.
Jack’in annesi listeyi okudu. İkisi de yerdeki minik valize baktılar.
“İç çamaşır, pijama, sıcak tutacak kıyafetler, yüz havlusu ve bu küçük kutuya sığdırabileceğimiz kadar mendil.”
Jack’in annesi içinde gaz maskesi ve Jack’in boynuna asması için numara kartı olan kutuyu eline aldı. “Bunun sayesinde istasyonda adını ve numaranı bilecekler…”
Jack yanında büyük bir oyuncağını alıp alamayacağını sordu. Annesi kafasını salladı. “Valiz çok küçük ve zaten uzun süreliğine gitmiyorsun.” Gülümsedi.
Jack’in bir sürü küçük oyuncak arabası vardı. “O zaman Londra taksisini alacağım, böylece oradakilere Londra’dan bahsedebilirim.”
Annesi bir kere daha sarıldı. “Güzel fikir.”
Jack’in annesi küçük bir defter ve kalem de koydu. “Bana kırsal kesimin nasıl olduğu hakkında mektup yazarsın.” Gülümsedi ve binlerce kez daha sarıldı Jack’e.
Jack’in küçük valizinde pek yer kalmamış olmasına rağmen içine bir paket bisküvi de sıkıştırdılar.
Sonrasında Jack valizini açtığında bisküvilerin parçalanmış olduğunu gördü ama o ufak parçaları yerken yine de gülümsedi ve Londra taksisini cebine atıp “Umuyorum ki şanslı Londra tılsımım sensin,” dedi.
Jack, Wales’de küçük bir çiftlikte yaşıyordu. Sabahları tavukları besler, diğer çocuklarla okula doğru yürürdü. Ve hatta diğer çocuklar Jack’in konuşma şekliyle dalga geçiyor olsa da kısa sürede arkadaş da edinmişti. Gürültüler ve evler yerine tarlalar ve inekler… Jack için farklı bir yaşam tarzıydı: inekler, domuzlar ve tavuklar vardı ve hatta traktör kullanmayı bile öğrenmişti… hiçbir zaman da unutmadı. Savaş bittikten sonra Jack Londra’ya geri döndü. Önceki evlerine bomba düştüğü için annesi ve kız kardeşi başka bir eve taşınmak zorunda kalmıştı.
Irma on yaşındaydı. Berlin’de yaşıyordu. Korkunç savaş neredeyse sona yaklaşıyordu. Son zamanlarda Berlin’e hiç durmadan bombalar yağıyordu. Irma’nın yatağının yanında kendine ait bir valizi vardı. Gece tiz siren sesleri yükseldiğinde Irma’nın annesi çığlık attı. Irma valizini kavradı. Hâlâ uykulu, sendeleyerek evlerinin altındaki bodruma gittiler. Çoğunlukla günlük kıyafetleriyle uyurdular, böylece bombalar düşmeye başladığında yeraltı odalarına hızlıca gidebilirlerdi. Irma ve annesi asla o nemli bodrumda ne kadar kalmak zorunda kalacaklarını bilemiyorlardı. Ve daha da kötüsü, ertesi gün eve geri çıktıklarında ne ile karşılaşacaklarını bilmiyor olmalarıydı. Sıklıkla komşularının evleri bombalanmış olurdu.
Irma aile defterlerini küçük valizinde saklıyordu: Aile Kitabı. Bu Irma’nın ailesinin tüm doğum ve evlilik belgelerini içeren bir kitaptı.
Irma olur da evleri bombalanırsa diye bu kitabı yanında taşımanın önemli olduğunu biliyordu. “Böylece herkes kim olduğumuzu bilir: Grüber ailesi.”
Tüm bunlar valizinde olduğu için Irma kendisiyle gurur duyuyordu.
Valizinde temiz kıyafetler de bulunduruyordu. Çoğunlukla bodrumda iki ya da üç gün geçirirlerdi. Ayrıca mum, biraz bisküvi ve bir okuma kitabı da vardı.
“O soğuk ve karanlık geceler için güzel hikayelere ihtiyacım var.” Irma gülümsedi. Yanında kart oyunları da vardı. Büyükler bu tür şeyleri seviyordu. Bazen komşular kendi bodrumlarına gidemiyorlardı ve böyle korkunç zamanlarda insanlar birbirlerine yardım ediyorlardı, iyi olan tek şey de buydu zaten.
Korkunç bir gecede Irma’nın evi bombalandı, ama yine de diğer birçok ev kadar kötü hasar görmemişti. Savaş sonra erdikten sonra yavaş yavaş evi, camları, kapıları tekrardan inşa edebildiler. Ama Irma o korkunç zamanların hatırası olarak o küçük valizini her zaman yanında tuttu. Nemli ve karanlık bodrumda kıvrılarak geçirdiği o geceleri hiçbir zaman unutamadı…
Farid sekiz yaşındaydı ve Suriye, Halep’te yaşıyordu. Farid’in küçük bir valizi yoktu ama küçük sırt çantası vardı. Farid’in ailesi çok fazla silahlı saldırı ve çatışma olduğundan, artık hiçbir yerin güvenli olmadığından ve gitmeleri gerektiğinden bahsetmişti.
“Çok, çok uzun yollar yürüyeceğiz; güvende olmak için uzak bir ülkeye ulaşmaya çalışacağız. Tüm bu çatışmadan uzaklaşacağız,” dedi Farid’in babası ve sıkıca elini tuttu.
Farid’de küçük, mavi sırt çantasını toparlamaya başladı. Temiz kıyafetlerini sıkıca sardı. Annesi kamp yapacaklarmış gibi büyük bir maceraya atıldıklarını anlatmaya çalıştı ama Farid ona inanmadı. Yüzü oldukça hüzünlü görünüyordu.
Farid çok çok uzun yollar yürüyeceklerini biliyordu bu yüzden çantasına ayakları için sargı ve yara bandı da koydu. Babası ona bir sprey de verdi. “Geceleri böcekler olabilir, dışarıda, açıkta uyuyacağız.”
Farid küçük çantasına baktı. Ceplerine en sevdiği tatlılardan da sıkıştırdı; emilebilen ve yemesi uzun sürenlerden.
Farid’in en sevdiği oyuncağı bisikletiydi. Bisikletiyle birlikte yarış yapmayı ne kadar da çok severdi. Ama küçük çantası için oldukça büyük bir şeydi bu.
Üzgün bir şekilde bisikletini okşadı. Pırıl pırıl olana kadar temizledi, sonra da babasından bisiklete binerken fotoğrafını çekmesini istedi.
Dikkatlice bisikletini kilitledi; evlerinin arkasındaki bahçeye gizledi ve kilidini de çantasına koydu.
“Geri döneceğimiz günler için,” Farid hüzünlü bir şekilde gülümsedi.
Günler boyu yürüdüler, sonunda Farid günleri saymayı bıraktı: bu hiç de kamp yapmak gibi değildi.
Haftalar sonra, büyük bir mülteci kampına ulaştılar: İnsanlar artık böyle yerlere bu ismi veriyordu. Farid ve ailesi artık daha güvenli bir yaşama başlamayı umut edebiliyorlardı. Ama Farid sırt çantasını eve dönecekleri günler için her zaman yastığının altında güvende tutuyordu…
Farid yeni ülkesinde okula gitti ve yeni bir dil öğrendi: İlk başta en zoru da buydu, bu kadar çok yeni kelimeyi anlayamamak.
Ailesi her zaman eski yaşamları ve eski evleri hakkında konuşurdu.
Babası her zaman “Bir gün geri döneceğiz,” derdi.
Farid okulda iyi iş çıkarıyordu artık. İyi bir öğrenciydi. Hatta bir gün, yeni -yani neredeyse yeni- bir bisiklet aldı.
Farid gülümsedi. “Güzel bir bisiklet. Belki de eskisinden bile güzel ama aynı şey değil. Belki başka bir çocuk eski bisikletimi bulmuştur… Umarım bulmuştur.”
Yazar: Andrea Kaczmarek
İngilizceden Türkçeye Çeviren: Nisanur Pişkin
Düzeltmen: Semanur Öztürk
Kaynak Metin: (Çevrimiçi) https://www.storyberries.com/bedtime-stories-four-small-suitcases-by-andrea-kaczmarek-short-stories-for-kids/, 28.08.3034